“Hev hev” ya da “hav hav” (tasmanın gevşekliğine göre değişebiliyor ses) gazetecileri tasmalarından kurtaran(!) AKP iktidarı, sadece “yüzde elli” makbul vatandaşın ferasetine çalışa dursun, vicdan ve toplumsal sorumluluk konusunda “bütün renklerin aynı hızda kirlendiği bir ortamda”, kanaat imalatçısı gazetecilerin “birinciliği” almaları adilane bir hüküm olur.
Vicdanımın feneri Edward Said, “Entelektüel” kitabında şöyle diyor: “Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.” Kamusal rolü itibariyle “entelektüel” kelimesinin yerine “gazeteci”yi koyarsak, gölge boylarının uzadığı kış günlerini yaşıyor gazetecilik mesleği.
“Kirlenmek güzeldir” sloganının dışında kalmaya çalışan, ABD ve İngiltere’nin yayılmacı, işgalci politikalarını sert eleştiren, yoksul siyahlar ile birlikte Alabama’dan Washington’a yürüyen, çok ödüllü Avustralya’lı gazeteci John Pilger’in Melbourne Üniversitesi’nde düzenlenen Marksizm 2012 konferansındaki konuşması günceli de yakalaması açısından önemli notlar içeriyor.
Dünyanın bugün tüketim kültürü ve medya ile yönetildiğine dikkati çekiyor Pilger. Kişisel gelişimin meta haline getirilip satıldığını, sosyal adalet ve enternasyonal ruhun bile yeni ilah; “politika kişiseldir” anlayışı ile yara aldığını söylüyor. Politikanın sadece politikacılar tarafından yapılabileceği, onların alanı ile sınırlı olduğu, bir anlamda profesyonelliğe indirgendiği bu nedenle de “hak” kavramının sadece hukukla tanımlandığı bu dönemi düşünürsek çok yerinde bir tespit. Örneğin Avustralya’da kimse kimseye hangi partiye oy verdiğini soramaz, çünkü ayıp ve hayretle karşılanan bir durum. Siyasi tartışma yapmak da çok mümkün değil, temel belirleyen “sana göre, bana göre” ile dışa vurulan “kişisel özgürlük” efsanesi.
Dünya sol hareketinin de bu ideoloji ile kafasının bulandığını, 20 yıl önceki savaş karşıtı hareketlerin bugün eski gücüne ulaşamamasında bunun etkili olduğunu, gösterilen ne varsa inanıldığını söyleyen Pilger ABD’deki bazı kadın hakları savunucularını eleştiriyor. Onların, Taliban’ın kadınlara zulmünü öne çıkararak Afganistan işgalini meşrulaştırdığını savunuyor: ”Uçak kaçırma senaryosu hem medyada hem politakada sürekli kullanıldı. Ve kadınların erkek egemenliği ve zulmünden kurtulacağı varsayılırken, erkek ve kadını yöneten politikaya karşı bir şey anlatılmadı” diyor. Feminizmin anti-emperyalist çizgisine vurgu yapan Pilger, sözünü ettiği kafa karışıklığına örnek olarak, ABD’de Demokratlar’ın kadın kolları gibi çalışan EMIL’Y List’i, ki Avustralya’da da benzeri var, veriyor. Hareketin siyasette pozitif ayrımcılığa karşı çıktığını, İngiltere’de de bazı feministlerin Irak işgalini desteklediğini vurguluyor.
Kadın çevreleri tarafından desteklenen ilk kadın başbakan sıfatına sahip Julia Gillard’ın politikalarını sert eleştiriyor: “Erkeklerin kabusu olarak tanımlandı. Oysa Aborijinlerin, mültecilerin, göçmenlerin kabusu oldu. Gillard’ın feminizm anlayışı, kadınlara Afganistan’da savaşma hakkı vermek! Bu savaşan kadınlar şimdi sivilleri öldürmekle suçlanıyor. Oysa bu Kıta’nın tarihinde, zorunlu askerlik düzenlemesini geri aldırtan bir feminist hareket var. Altı oyuluyor feminizmin.”
Pilger’e göre eşcinsel hareket de masedilme tehlikesiyle karşı karşıya: “Ortadoğu’da bir yazar Müslüman gaylerin haklarından bahsederken, Hristiyan eşcinsellerden bahsetmeyebiliyor. Oysa özgürlük herkes için olmalı. Ayrıca iki insanın evlenip evlenmemesine devlet-kilise niye karışır ki. Yasak barikatlarına yöneleceksek, ailenin-özel mülkiyetin anayasasına önce yönelmemiz gerekiyor.”
Çok parçalı, bütünlüklü bir tahlilden uzak dönemin karakterini anlamak için yine önemli bir örnek sunuyor: “Obama ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bozuk sistemin bir uşağı demiştim. Delicesine bir tepki geldi Londra’daki anarşistlerden. Çünkü onlara göre bir siyah başkan olmuştu ve bunu kutlamalıydık. Obama, Bush’tan bile daha kötü. Ordudan kaçıp, ne tür pislikler döndüğünü anlatanları cezaevine attı. Siyahlara uygulanan ayrımcılığa karşı durmadı. Savaş karşıtı hareketi kandırarak susturdu. Yine Nelson Mandela ile yaptığım röportajı hatırlıyorum Apartheid rejimi sonrası. Neden sözünü tutmadığını ve özelleştirmeye karşı olmadığını sordum. Yine çok tepki aldım Mandela’yı utandırdığım gerekçesi ile.”
Konuşmasını şu sözlerle bitiriyor Pilger: “Eğer dünyayı değiştirmek, bu adeletsiz güçlerden kurtarmak istiyorsak, önceliğimiz'içe' değil, 'dışa' dönüp bakmak olmalı. Aksi takdirde sesi olmayanların sesi olamayacağız ve onlara ihanet edeceğiz.”
Gazetecilik, güç sahibi iktidar ve efendilerin gerçeği ters yüz etme çabasına karşı durmaksa, bu ancak tasmaların varlığını bilince çıkarmakla başlar.