Yeryüzünün gözyaşları neden hep ezilenlerin üzerine yağar? 1950’lerden 1967’ye kadar yeryüzünün bir bölümünde onbinlerce çocuk, çok ağladı. Gözyaşlarının büyüklüğü ve şiddeti hiç hissedilmedi dünyanın geri kalanınca. Daha iki yıl öncesine kadar, ağlamaktan sadece gözü değil ruhları da şişmiş bu çocuklardan devletler adına özür bile dilenmemişti. “Güneş Batmayan İmparatorluk” kendisine güneş, başkalarına gölge olurken, o gölge de kendilerini, izlerini arayan göçmenleştirilmiş 130 bin çocuktan bahsediyoruz. Daha doğrusu İngiltere’nin ardından, Avustralya’da da yeni vizyona giren bir film söz ediyor; geçmişin bu utancı bol politikasından.
Politik sinemanın önemli yönetmenlerinden Ken Loach’ın oğlu Jim Loach’ın yönetmenliğini yaptığı, başrollerini Emily Watson, Hugo Weaving ve David Wenham’ın paylaştığı, 1987 ylında bir sosyal güvenlik uzmanı Margaret Humphreys’in “gerçeği arama” öyküsünün anlatıldığı film; Oranges And Sunshine, adını onbinlerce çocuğa söylenen yalandan alıyor. Zira çocuk dünyasıyla bir maceraya dahil olacaklarını zanneden bu çocuklara, “hergün güneşli, sabahları ağaçlarından portakal toplayacağınız bir ülkeye” gidecekleri söylenmiş.
Kökleri aslında 19. Yüzyılın başlarına kadar uzanan, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından zirve yapan, sadece bu kıtayı değil, Kanada ve Yeni Zelanda’yı da kapsayan planla “çok kuş vurulur”. Savaştan etkilenmiş genç kuşağın sorumluluğu ve bakımını üstlenmek istemeyen Anglo-Sakson bir devletin, kendi kolonilerine “beyaz, genç, ucuz” işçi ordusu göndermesinin adıdır Oranges ve Sunshine. Günahın baş aktörleri arasında kilise de vardır.
Gemilerle getirilen çocuklardan biri olan ve filmin içindeki karakterlerden Harold Haig’in Guardian’a anlattıkları, korkunç acı ve süistimalin belki de sadece görünen yüzü: “ 10 yaşındayken bir gün takım elbise giymiş bir adam geldi. Bana dedi ki; ‘Avustralya denilen harika bir yere gitmek ister misin. Deniz kenarında yaşayacağın, okula giderken ata bineceğin bir yer.” Ama vaadedileni değil, içinde çocuk emeği sömürüsünün bol olduğu bir gerçeği yaşar.
Doğduğu geçmişe; bir daha geri dönmemecesine veda eden Haig, yıllarca yalanla yaşar. Zira bu “köksüzleştirme” operasyonunun efendileri ona anne ve babasının öldüğünü söyler. Çocukluğuna dair, kızkardeşi hariç, hiç birşey hatırlamıyor. Sonsuz bir boşluk ve kör nokta 10 yaşına kadar olan bölüm. Annesine ait tek bir imge, koku, ses dahi yok. Kendisini Avustralya’da doğmuş hissediyor. Zaten filmden de anlıyoruz çocukların isimlerinin değiştirilip kendilerine yeni “kimlik” verildiğini.
Annesinin varlığını ve kendisine yalan söylendiğini sosyal güvenlik uzmanı Margaret Humphreys’in 1987’de başlattığı araştırmalar üzerine öğrenir. Kız kardeşiyle buluşur, hatta annesinin izini aramak için İngiltere’ye gelir. Kayıtlardan babası ve annesinin savaş döneminde ayrıldığını, çocuk esirgeme kurumuna verildiğini öğrenir. İşin en trajik kısmı ise, hiç hatırlamadığı ve varlığından bile haberdar olmadığı annesi, Haig’in doğduğu topraklara geldiği yılın (1989) bir yıl öncesinde ölür. Hayatı boyunca yanıtını hiç bulamaycağı şu sorularla yaşayacaktır artık Haig; “neden annem beni bıraktı, beni bırakmamak için hiç çabaladı mı?”
Filmden ve Haig’in verdiği röpartajdan anlıyoruz ki, annelere de çocuklarının öldüğü, ya da evlat edinildiği söylenmiş. Kimi anneler, çocuklarının hayatta olduklarını bilmeden, mezarları ziyaret ederek teselli bulmaya çalışmış.
Kendisini şanslı sayanlardan Haig. Zira 10 yaşında, Melbourne’de yerleştirildiği kiliseye ait bir okul da sadece fiziksel şiddet görür, “kemerle dövülüyordum” der. Hristiyan Kardeşler Kurumları’nın himayesine alinan çocuklar ise köle gibi çalıştırılır, cinsel taciz ve tecavüze uğrar, hatta rahipler kendi aralarında “en çok kim tecavüz edecek” yarışına girerler. 1998 yılında bu kurumlar hakkında soruşturma açılır.
İçinde hala bir boşluk var Haig’in. Belki de hiç doldurulamayacak. 1960’larda ağır bir deprasyon geçirir ve eski eşinin yardımıyla intiharın eşiğinden döner. Devlet onaylı bir yalanı yaşamaya mecbur bırakılan onbinlerden biri olan Haig’in, göz kapağı vuruş seslerini duyabileceği “ıssızlığını” kim değiştirebilir ki artık. Tek umudu ise uzak olan çocuklarının(iki kız, bir oğlan) filmi seyrettikten sonra onu anlamaları ve geri dönmeleri.
Bugün 73 yaşında olan Harold Haig, kendisi gibi yetiştirme yurdunda büyüyen ve çocukluğundan tek miras kız kardeşini kaybetmiş. Uluslararası Eski Çocuk Göçmenleri ve Aileleri Derneği’nin sekreteri ve hayatındaki karanlık noktaları biraz da olsa aydınlığa kavuşturan, Margaret Humphreys ile hala iyi arkadaşlar.