09 Ocak 2016

'Baskın'ın yönetmeni Can Evrenol: Film, popüler kültüre çomak sokacak gibi gözüküyor

'Baskın: Karabasan’ı ilk bulduğunuz sinemada yakalamanızı tavsiye ediyorum

Can Evrenol, korku türünde başarılı kısa filmleriyle yurt dışı ve yurt içinde nice festivalde yer aldı ve ödüller kazandı. Aynı zamanda reklam yönetmenliği yapan Evrenol, kısa filmi Baskın’ı uzun metraj olarak çekti ve yine epey ses getirdi. Milat olarak gördüğüm ‘Baskın: Karabasan’ı ilk bulduğunuz sinemada yakalamanızı tavsiye ediyorum.

Baskın’ın çıkış hikayesinden bahseder misin? Kısa filmden uzun metraja nasıl bir yolculuğu oldu?

ilk kısa filmimden beri ben bütün kısa filmlerim için diyorum ki, bunu birisi görecek bir yerde ve aaa diyecek çok yetenekli çocuk, şu kadar para vereyim de uzun metraj çeksin. Ama bir türlü olmadı bu J aradan yıllar geçti 6. kısa filmim Baskın’da bu sefer biraz kesenin de ağzını açtım, 3 senedir reklamda çalışıyordum, kazanmıştım lükse kaçacak bütçem vardı. Ve sektörden bir ışık şefi arkadaşımız Mehmet Toz, geldi ben senin yapımcın olayım dedi. Yine sektörden arkadaşım görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni bir araya geldik, çok güzel. Harala gürele girdik. Tam girerken de gezi olayları oldu tam çekimler esnasında, onun hikayesi başlı başına bir hikaye. Biz bunu çekerken hepimiz uzun metraj provası yapıyormuşuz gibi hissettik. Ve de yurt dışında 40 festival dolaştık. İspanya’da Sitges’deyken Eli Roth geldi izledi, bunun uzunu var mı dedi. Var dedim kafamda hayal ediyordum ama sadece kağıtta yoktu. Sonra tercüme etmek için bana 10 gün verin dedim. Biz 8 günde 4 arkadaş oturduk ve giriştik, 2 günde tercüme ettik yolladık. Birkaç kere Skype bile yaptık Eli Roth ile. Sonra bir süre cevap gelmedi bekledik. Sonra Cannes esnasında Barcelona’dan bir yapımcı yapacağım dedi, Variety’de haberi çıktı. Dedim oluyor sonunda, sonra bam diye haber geldi ve olmadı.

Umudunu kaybettin mi?

O kadar çığ yuvarlanmış büyümüşken olmalıydı, dedim ki doğru yer ve doğru zaman geldi, bunu artık şu an yapmalıyım dedim. Yurt dışında bir dağıtımcımız vardı bizim XYZ şirketi. Onun başındaki adam Blogtwitch’in yazarıydı. Ben yükseldikçe o da XYZ’de sales agent oldu. Ben senin kısa filmlerini seviyorum eğer kısa filmlerin gibi uzun metraj yaparsan, ben bunu dağıtacak satacak insan bulurum sana dedi. Biz 300bin dolar gibi bir bütçe topladık ama dünya ölçeğinde bu micro-budget sayılıyor. Film belli bir teknik kalitede olsun ki XYZ bunu dünyada satsın istiyorum. Çünkü bunu Türkiye’ye göre yaparsam sansür vb. olur ve Türkiye’ye göre film yapacak devirde değiliz bence, iyi, kişisel, sivri bir şey koymak istiyorsan ortaya. Biz bundan paramızın bir kısmını geri kazanmak istiyorsak, ki ailemin de böyle savuracak bir parası yok. Annem, babam mimar; ben onlara sunum yaptım destek oldular hep beraber girdik bu yola.

Sonrası?

Bu kalitede insanları bağlayıp, iyi bir sinematografiyle de çekmek isteyince bizdeki korku filmlerinden daha fazla harcamak durumunda kaldık. O insanların alıştığı catering şirketleri, Ufolar da her yerde hazır olmasına rağmen donduk. Bir yandan çok profesyonel bir yandan amatör… iki hissiyat bir aradaydı. 28 gece çektik İstanbul civarında 4 mekanda. Ağva, Zeyrek, Haydarpaşa Garı’nın arkasında eski kullanılmayan bir gar var orada çektik. Kimse fark etmiyor. Kadrajı kurarken zorlandık şehri görmemek için. Hiçbir yerin ortasında bir yer gibi göstermek için çabaladık.

Çektikten sonra rafcutı XYZ’den Todd’a sununca, Can, şu ara başka işimiz var da deyip beğenmese bittik yani… ama inanılmaz beğendi. Direkt Toronto’da Midnight Madness’ta gösterdi Colin Geddes. Colin, gece 1’de falan whatsapp’tan yazdı ‘Oh my God the new Dario Argento” gibi şeyler… biz havalara uçtuk.  

Bizim filmimiz biraz slayer konseri gibi. Bu film başka türlü olmazdı gibi geliyor bana. Bu film olgunlaşmamış bir film. İnişli çıkışlı. Ama verdiği genel bir his var ve o hissin ulaşacağı insanların çok hoşuna gideceğini düşünüyorum. Benim filmlerimin bazı yerlerinin ham olmamış gibi ama bazı yerlerinin de çok sivri olmasından mıdır bilmiyorum, benim söylememle olmaz başkasının analiz etmesi lazım onu. Bazı insanları çok sinir eden bir yönü oluyor, bu bir yandan da hoşuma gidiyor açıkçası.  Tabii ki herkes ister filmini herkes sevsin. Ercan Kesal’ın Nasipse Adayız’ını okudun mu? Orada belediye başkanlığına adaylığını koyuyor havaya giriyor, çok komik. Sen de ister istemez öyle bir havaya giriyorsun.

Şu an kaç salonda vizyonda? Ve izleyici tepkileri nasıl ya da sen onlardan ne bekliyorsun?

45 ilde 125 salonda. Almanya’da da 17. Biz böyle bir festival filmini cin filmi gibi pazarlayıp birçok insanın cebinden para çalıyormuşuz gibi hissediyorum ama onlar için de iyi olacağını düşünüyorum açıkçası. Kendi izlemeyeceğim bir şeyi izletmem onlara gibi esprili bir bakışım da var. Ama eminim ki birçok insan mesela Batman’da, Siirt’te, üst üste üs üste sadece skeçlerden oluşmuş, hiçbir senaryosu olmayan, korku olsun komedi olsun, böyle saçma sapan filmler izlemiş izleyici; bu filmse benim burada geçen ay izlediğim neydi, geçen ay izlediğim filmse bu ne o zaman diyecek. Baskın,  hakikaten popüler kültürün altına bir çomak sokacak gibi gözüküyor ve bu çok hoşuma gidiyor. Mesela ben bizim posterimizi başta çok beğenmiyordum, dağıtımcımız Chantier ile epey çekiştik. Dediler ki sen Toronto’daki afiş ile girersen bu filmi hiçbir salon istemez.

Filmin dünyada orijinal adıyla kalması nasıl oldu? Neden tercih ettin? Türkiye’de ise sonuna Karabasan eklendi?

Yurt dışında çok tuttu, Baskin. Çok unique, kendi başına bir ad. Bir de The Raid diye çok popüler bir film var dünyada Malezya aksiyon filmi. Raid 2 de çıktı. Yani diğer Raid filmi olsun istemedim. Kısa filmin de sadece çalışma başlığı idi Baskın ama sonra acaba böyle kalsa mı Suspiria gibi kendi başına özel ve gizemli bir isim olsa, insanlar sorar devamlı dedim öyle de oldu. Türkiye’de de aynı Reyd filminden dolayı Baskın ve Baskın 2 diye olmasın bir şey ekleyelim dedik. Karabasan ekledik. Hem de biraz daha cin seyircisine yönelik de olsun dedik. Bence stratejik olarak güzel oldu.

Hatta ben sette diyordum ki bu film daha çok izlenecekse adı: Baskın Osmanlı Karakolu olsun dedim ama sonra Karabasan’ı daha çok beğendim. Çünkü bu film aslında bir kabus. Ve bizim kültürümüzde Karabasan’ı da somut bir yere koyuyorlar. Bu filmde Karabasan nerede diyorlar halbuki Karabasan benim kelime hazinemde uyanmakta zorlandığım kabustan uyanmaya geçiş halidir. Ona verilmiş kültürel birçok implikasyon var ama bu filmde bir Karabasan hali, hissiyatı Arda her restorana döndüğünde var. Dağıtımcı bana bu ismi sunduğunda ben tamam bu filmin ruhuna aykırı değil seyirci de çeker koyalım dedim.

Türk kültüründe nelerden, kimlerden besleniyorsun?

Ortadoğu’ya yakın bir ülkede yaşarken hayatın içindeki korku ve depresyondan besleniyorsun. Ama ben çocukluğumdan beri Ömer Seyfettin’in Karanlık’ından beslenirim, Beyaz Lale Marquies de Sade gibidir yani. Zeki Demirkubuz filmlerindeki bazı karanlıklardan çok beslenirim. Haneke kadar serttir Demirkubuz. Keza Nuri Bilge Ceylan… Bir Zamanlar Anadolu’dayı izlerken o kayanın orada şimşekler çattığında kızın gölgesi gözükürken çayları dağıtıyor, dedim ki Argento senaryosunu versen müthiş çeker yani.

Bende de Baskın’dan çıktıktan sonra Bir Zamanlar Anadolu’da geldi aklıma… ve dedim ki bu 5 başrolle film dram olarak da harika olurmuş….

Müthiş ne mutlu bana. benim zaten en başından beri yapmaya çalıştığım oydu. Çok kendine has yapılmamış bir şey olsun istiyordum. Dünya sinemasına baktığın zaman Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge gibi çok yerel ve çok arthouse ayakları yere basan Tarkosvky etkisiyle başlayıp ondan sonra  saçma sapan bir gece filmine dönüşen bir şey yok. Mesela From Dusk Till Dawn var ama soyguncu filmi vampir filmine dönüşüyor. Mesela kovboylar uzaylılara dönüşüyor. Cowboys & Aliens… İki janrı birleştirebilirsiniz ama festival filmi gibi iki janrı birleştirince herkes çok şaşırıyor. Biraz zorlanıyor da, mesela Midniht Madness’ta olsun Fantastic Fest’te olsun ki çok sofistike izleyiciler ama işin bu kısmı onları biraz baymış olabiliyor. Festival seyircisine  baktığımda da işin korku kısımları biraz fazla olmuş fazla uzatmış gerek yok gibi düşünüyor ama halbuki uzun olması onun esprisi. Hakikaten saçma sapan bir işkence B tipi bir filme dönüşmesi. Böyle bir şey yapmak istedim tam taşlar denk geldi.

Festivallerde yarışmalarda komedi tek tük yarışmaya başladı. Peki Antalya’da yarışmada Baskın da olamaz mıydı?

Türkiye’de ben kendimi iyice bir adım geri çekmek istiyorum, genelde de böyleyimdir. Filmimle oraya başvurayım şuraya başvurayım kabul etmezlerse hayal kırıklığı yaşamaktansa, onlar bana gelsinler. Ben hakikaten çok güveniyorum işime. Çok daha iyi yapmak istediğim şey var. Tekrar tekrar izlediğimde o kadar fazla hata görüyorum ki. İzleyemiyorum artık. Ama yine de hissiyat olarak çok güveniyorum ve seviyorum. Bu yüzden insanlar bana gelsin istedim. Altın Portakal’dan böyle bir teklif gelince keyifle kabul ettik. Keşke yarışmada da olsa ama Sarmaşık’a kaybederdi, kaybetmesi lazım. Bence Sarmaşık yılın en iyi filmi.

Hatta Sarmaşık’ı birçok açıdan kuzen görüyorum Baskın’a. Yine 5 tane zoraki arkadaş kapalı bir prtamdalar içinden çıkamadıkları bir kabusun içindeler salyangozlarla delirmeye giden bir yoldalar…

Yine bir iktidar, ototirite sorunu var…

Evet yine bir bozukotoritenin disfunction etmesi var. Tolga beni gişe için aradığında pazartesi günü çok mutlu oldum.

Film ana ekseninde polisler var… erkek kültürü var… biraz otokontrol oldu mu?

Tam tersine bu yola girdik yapabildiğimiz kadar çıplak olalım dedik. Hiç otokontrol yapmadık açıkçası.

Türk kültürü ve erkeklerine ait espriler tespitler çok fazla, anlaşılıyor mu yurt dışında?

Altyazılarda ben kendim çok uğraştım hatta altyazıları yapan şirketle kavga falan ettik çünkü onlar işlerine çok özenen insanlar çok saygı duyuyorum ama benim müdahale etmeme bozuluyorlardı. Dedim ki bunun kalbini ben biliyorum, ben deli bir yönetmensem bırak böyle olacak. Ve çok uğraştım anlaşılması için. Toronto’da bayağı kahkahalarla gülüyordu salon. O espriler de maalesef herhangi buluğ çağında erkeklerin annesinden babasından ayrılıp tek başına birkaç arkadaş taksiye bindiğinde taksiciyle arlarında geçen muhabbetler. Yani bizim toplumumuzda bu çarpık cinsellik, insanların birbirine açılıp sohbet etmesi için  özellikle ne kadar kirli hikayen varsa gülersin, öyle bir durum. Ben kendimi çok feminist, LGBTİ hakları savunucusu olarak görüyorum. Kadının kadınlığını yaşayamadığı yerde erkeğin de erkekliğini tam yaşayamayacağını düşünüyorum. Açıkçası ben Londra’da Los Angelas’ta kızlara bakmaktan büyük keyif alıyorum ama İstanbul’da bir kız geçerken bakmaya utanıyorum açıkçası. Çünkü yorulmuştur artık diyorum kız. O hissiyat psikanalitik şekillerde de yansıyor.

Ben açıkçası Baskın’ı teknik anlamda da bizim sinemamız için bir milat olarak görüyorum… ve ekibin de Türklerden oluşuyor… ve dedim ki evet doğru insanlar doğru ekip varmış bizde de…

Çünkü ben korku filmi yapmak için değil çok iyi bir film yapmak için yola çıktım. Benim milliyetçi bir tarafım yoktur ama filmdeki herkesin Türk olmasından da gurur duyuyorum. Bir tek foley yok Türkiye’de, o, ses dizaynımız sadece Berlin’de oldu, ben de başındaydım. Ekibimizin de korku sinemasıyla hiç alakası yok daha önce çalışmamışlar. Nasıl bir şey yapıyoruz diye bakıyorlar, bana güvendiler. Beni iyi bir reklam yönetmeni olarak görüyorlar. Settekiler beni tanımıyor herhalde ilk günler zengin manyak bir adam bir şeyler yapıyor diye bakıyorlar onu hissediyorsun, sektörden ekmeğini çıkaran bir adam değil böyle değişik bir şey yapıyor diye… ama iki gün sonra çaycımız, set şoförümüz hepimiz yaramaz çocuklarla dolu bir okul minibüsü gibi olduk, çok eğleniyorduk. Çaycımız Metin, senin için her gün dua ediyorum diyor.

Böyle herkes o kafaya girdikten sonra, bugüne kadar bu tip bir işle uğraşmamış insanlarla böyle bir iş çıkıyorsa başkalarıyla da neden çıkmasın. İşte bizim ülkemizde sinema sektörü yok, 80’lerde bıçak gibi kesilmiş bir yandan. 90’larda ben çocukken Türk filmi utanılacak bir laftı. Bir şey olduğu zaman aaa Türk filmi gibi derdik. Karikatürizeydi birçok şey. Daha sonra Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan gibi isimlerle saygı değer olmaya başladı. Ama onun içinde de o eskiden komik duruma düşüren o janr hiç yok. Türk Sineması janra gözünü kapatmış durumda, biz rezil olduk gibisinden. Onun için de bunu dışından bir şey yapmaya çalışınca çok dışarıdan kalıyorsun, bunu yapmaya çalışan insanlar da sinemanın içinden değil, o yüzden bizim cin filmler böyle. Yanlış anlaşılmasın, hepsi setlerden gelmiş emekçiler ve çok saygı duyuyorum hepsine. Özgür Bakar, çok sevdiğim arkadaşım ileride iyi işler yapacağına inanıyorum. Baskın ikisinin birleşimi gibi oldu. Böyle olması için de elimden geleni yaptım.

Bundan sonra da korku türünde mi gideceksin?

Yine benzer bir hikayemiz var. Yine bir kabus filmi. Adı Ev Kadını ama değişecek gibi çünkü hikaye çok değişti çıkışımızdan bu yana. Onunla da Brüksel’de bir co-production market var oraya başvurduk. Seçilirsek oraya gideceğiz.

Bir tane de İstanbul Film Festivali Köprüde Buluşmalar’a ve Bakanlık’a başvurduğumuz bir çocuk hikayesi var. Ağzı olmadan doğmuş küçük bir kızın hikayesi. O da Cem Özüduru’nun senaryosu Zeki Mürenler The Who’lar, enteresan bir soundtrack yapacağız. Pazarlaması daha da zor olacak belki ama beklediğimiz maddi destekleri alırsak iyi olacak, adı Perihan. Perihan’ı çekeceğiz gibi gözüküyor.

Bir yandan reklam çekmeye devam ediyor musun, reklam dünyası seni ne kadar etkiliyor?

Evet, reklam yönetmek insan yönetmek. Açıkçası ben film çektikten sonra reklam çektiğim şirketten ayrıldım. Başka bir yere Türkiye’nin en büyük reklam şirketine geçtim. Bir yerden sonra aynı her şey. Sonra eski şirketime geri döndüm şimdi. Çünkü hepsi arkadaşlarım. Bir de Atlantik’te bu işin en klas halini gördüm, Reha Erdem ve Ömür Atay etkisiyle. Madem para kazanacağımız yol bu, o zaman ben arkadaşlarımla çalışmalıyım dedim. Yine Film Colony ile beraberiz.

Reklamda çok pratik oluyorsun. Hayatı boyunca sinema çekmemiş çekmekle de ilgilenmemiş çok dahi yönetmenler de var. Mesela Can Ulkay. Onlar biraz satranç ustası gibiler. Ben biraz doğama üst üste yaptıktan sonra ters gelir gibi geliyor. Baskın’dan önceki sürede Film Colony ile 1 yılda 15 reklam filmi çektik. devamlı o kutunun içine girmekten yoruluyorsun. Ajansta hep bir çekingenlik oluyor müşteri acaba beğenir mi diye. Ben Baskın’ı yaparken devamlı risk aldım, o risklerin bazıları oluyor bazıları olmuyor. Onun için ortaya çıkan işi eleştirmek biraz zor, olmamış riskleri alsam olmuşlar olmayacak gibi. Reklamda ise hiç risk almadan gidiliyor, o çok zor bir kafa ama ben yine de o pratikliğini seviyorum.

Öteki Sinema’da yazıyordun sen? Murat Tolga Şen’i çok severim ben de…

Murat Tolga Şen ve Serdar Kökçeoğlu, ben İngiltere’de tek başıma yaşarken internette takılıp kendi kendime film izlerken, sadece Sandık’ı çekmiştim galiba, Öteki Sinema’yı gördüm. Aaa burada ne manyak filmler var, tam B filmlerini keşfetmişim.  Aaa Türkiye’de de B film sevenler var derken, Murat Tolga da bize yaz istersen dedi. Kolay kolay da kabul etmez, yazılarımı da beğendi eksik olmasın. 80’e yakın yazı yazdım sanırım. 3-4 senedir yazmıyorum ama hala yazarları arasındayım. Birçok yazarın yazmadığı kadar yazdım, günde 3 yazı falan yolluyordum. Benim için Öteki Sinema çok değerli bir dönem. Hala filmlerin sonunda teşekkür ederim.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Kemal Çınar: Zayıf yönlerini görüp bunun üzerine gitmek, ancak güçlü gördüğün yönlerinin varlığından cesaret alarak yapılabilir

Ali Kemal Çınar ile son filminden Kürt sinemasında birey olma sorunsalına, Diyarbakır'dan Türkiye Sineması'nın geleceğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik

Ulaş Tosun: Merhaba Canım'ın yarattığı etki, belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir

Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu

"
"