11 Ekim 2025
Ütopya düşüncesi Thomas More’dan beri insanlığın hafızasında özel bir yere sahip. More, özel mülkiyetin olmadığı, çalışmanın herkes için zorunlu olduğu, adalet ve dayanışma ilkelerine dayalı bir ada toplumu tasarlayarak kendi çağındaki eşitsizliklere eleştirel bir alternatif sunmuştu. Bu hayal, sonraki yüzyıllarda Fourier, Owen ve Saint-Simon gibi sosyalist düşünürlerin “ütopyacı sosyalizm” projelerinde yeniden biçimlendi. Nihayetinde Marx ve Engels, bu arayışı “bilimsel sosyalizm” adı altında tarihsel materyalizme dayandırarak eşitlikçi toplum idealini yalnızca bir tasarım değil, toplumsal dönüşümün zorunlu hedefi olarak teorileştirdiler. Ancak insanlığın bu hülyası asıl canlılığını 20. yüzyılda kazandı. Sosyalizm sınıfsız toplum hayaliyle milyonları peşinden sürüklerken, kapitalist blok da bu çekim gücünü dengelemek için refah devleti, parasız eğitim, sağlık ve sosyal haklar vaat etti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, insanlığın iyiye doğru ilerlediğinin bir işareti olarak kabul edildi. Sömürge halklarının bağımsızlıklarını kazanması, yalnızca siyasal bir özgürleşme değil, yeni bir dünya kurma iradesiyle birleşen tarihi bir kazanım olarak alkışlandı. Bilimsel ilerlemeler ise geleceğin daha aydınlık olacağına dair inancı pekiştirdi. Böylece 20. yüzyıl, insanlık tarihinde “gelecek” kavramına en çok güvenilen yüzyıl haline geldi; dünya savaşlarının acılarını, soykırımların ve sömürgelerin karanlığını yaşamış bir çağdı bu; ama aynı zamanda, insanlığın bir daha böyle felaketlere izin vermeyeceğine inanma iradesini de doğurmuştu.
Bugün ise tablo bambaşka. 21. yüzyılın ilk çeyreği geride kalırken ütopya düşüncesi neredeyse bir peri masalı kadar uzak ve gerçeklikten kopuk görünüyor. Acı gerçek şu ki, artık kapitalizmin sonunu hayal etmektense dünyanın sonunu hayal etmek daha kolay. İşte kapitalizmin bizi getirdiği nokta bu: insanlığın hayal gücü umut değil, yıkım bekler hale geldi. Distopyalar gündelik yaşamın parçası olurlarken, ütopya sessizleşti.
1917 Ekim Devrimi’yle başlayan ve 20. yüzyıla yayılan büyük ütopya, milyonların fedakârlığıyla beslendi, ama Thomas More’un bir ada olarak tasarladığı hülya, “adadaki” (tek ülkedeki) varlığını rızaya dayalı biçimde sürdüremedi ve 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla çöktü. Yıkılan biçimsel olarak tek ülkede sosyalizm değildi, dünyanın üçte birinde "sosyalizm" vardı ama bu sosyalizm, tek ülkede sosyalizm denemesinin bütün olumsuz gelenek, anlayış ve değerlerini taşıyordu. Oysa sosyalizm temsili değil doğrudan, elitlere değil emekçi çoğunluğa dayalı bir demokrasi tahayyülüydü. Ama Sovyetler Birliği’ndeki zora dayalı biçimlenme tüm dünyada “işte sosyalizm bu!” diye algılandı ve onun yıkılması, kuramdaki sosyalist tahayyüle ve dolayısıyla insanlığın geleceğe dair düşlerine ağır bir darbe indirdi.

SSCB’nin yıkılışı iki kutuplu dünyayı da sona erdirerek ABD’yi teknolojide, üretimde ve askeri güçte rakipsiz bıraktı. Artık bu ülkenin pervasızlığını sınırlayacak bir karşı güç kalmamıştı. Bu dönemde yalnızca uluslararası dengeler değil, devletlerin iç siyasetleri de dönüştü. Neoliberalizmin yarattığı eşitsizlikler, işsizlik ve güvencesizlik dalgaları, popülist liderlere geniş bir zemin açtı. Brezilya’dan Macaristan’a, ABD’den Türkiye’ye uzanan bu dalga, kısa vadeli milliyetçi söylemlerle kitleleri peşinden sürükledi. Popülizmin yükselişi, toplumların ufkunu genişletmek yerine daralttı; kolektif hayalleri kutuplaşma ve korkulara hapsederek ütopya fikrini daha da zayıflattı.
Trump yönetiminin politikaları da bu tabloyu ağırlaştırdı. Uluslararası işbirliğini küçümseyen ve ABD’yi küresel sorumluluklarından kopartan kararlar, insanlığın ortak kurumlarını işlevsizleştirdi: UNESCO’dan ayrılmak, BM İnsan Hakları Konseyi’ni terk etmek, Filistinli mülteciler için hayati fonları kesmek, Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilmek, Paris İklim Anlaşması’nı sabote etmek… Hepsi “Önce Amerika” sloganının ardından, dünyaya sırt çevirme iradesinin adımlarıydı.
Bu yeni dünyada İsrail’in izlediği politika ise her şeye tuz-biber ekti. ABD’nin koşulsuz desteğini arkasına alan bu ülke, uluslararası hukuku hiçe sayarak komşu ülkelerin topraklarında operasyonlar icra etmeye ve Gazze’de Filistin halkına soykırım uygulamaya başladı.
Sonuçta 21. yüzyılın ilk çeyreğinde insanlık için en büyük kırılma şuydu: “adalet” beklentisi de “gelecek” tahayyülü de boşa çıkmıştı. Önceki yüzyılın umutlarının üzerine, ABD’nin rakipsiz egemenliği ve popülist iktidarların dar ufku ağır bir gölge gibi çökmüştü.
İnsanlığın ütopya kaybı edebiyata da yansıdı ve “daha adil, daha iyi bir dünyaya” ulaşmayı insanların iradesine, mücadelesine bağlamak yerine, dışsal aktörlere, uzaylılara veya insanüstü varlıklara havale eden romanlar yayınlanmaya başladı.
Cixin Liu’nun Üç Cisim Problemi adlı eserinde, astrofizikçi Ye Wenjie Çin Halk Cumhuriyeti’nde Kızıl Kıyı projesinde çalışmaktadır. Burası aslında uzaya sinyal gönderen bir tesistir. Çocukluğunda babasının Kültür Devrimi sırasında Kızıl Muhafızlarca öldürüldüğüne tanık olan Ye Wenjie, insanlığın kendi krizlerini çözemeyecek durumda olduğu inancıyla, kurtuluşun Trisolaris uygarlığından gelen bir müdahalede yattığına inanır ve Dünya’nın uzaydaki koordinatlarını onlara gönderir.
Octavia Butler'ın Lilith’in Dölü adlı kitabında da insanlık atom bombasıyla Dünya'yı tüketir, savaşta eşini ve oğlunu kaybeden Lilith Iyapo ise yüzlerce yıl sonra devasa bir uzay gemisinin derinliklerinde uyanır. Gemiyi, insanlığı yok olmaktan kurtarmak için tam zamanında gelmiş olan Oankali yönetmektedir.
Bilimkurgu edebiyatı daha iyi bir dünya için insanlıktan umudunu kesmiş gibi!
Artık gündelik haberler distopik romanlardan farksız: Akdeniz’de botlarda ölen göçmenler, yaklaşık 41 km uzunluğunda, 6 ile 12 km enindeki dar bir kıyı şeridine sıkışmış iki milyon Filistinliyi aç, susuz ve hastanesiz bırakarak acımasız bombardımanlarla yok etmeyi sürdüren bir devlet (bunu hangi distopya yazarı hayal edebilir?), yangınlarla kül olan ormanlar, eriyen buzullar, toplumu denetleyen algoritmalar…
Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü için şöyle der: “Ben bu romanda hiçbir şeyi uydurmadım; yalnızca dünyanın farklı köşelerinde zaten yaşanan şeyleri bir araya getirdim.”
İşte bu yüzden distopya edebiyatı çok güçlü: distopik bir öykü yazmak için hayal gücüne ihtiyaç yok, herhangi bir alandaki gelişmelerin projeksiyonunun yapmanız ve bunu güzel bir dille aktarmanız kâfi!
Damızlık Kızın Öyküsü'nden bir kareİşte tam da bu çıkmaz, bizi yeni bir eşiğe getiriyor. 20. yüzyılın umutlarını yitirmiş olabiliriz, fakat bu tükenişten doğacak bir kolektif tahayyül mümkün. Bu, devletlerin çıkarlarıyla sınırlı olmayan, halkların dayanışmasına dayalı bir küresel birlik tasavvuru.
Dünyanın içinde bulunduğu çok katmanlı felaket sarmalından –iklim krizinden savaşlara, açlıktan kitlesel göçlere– kurtulmayı ulus-devletlerin inisiyatifine bırakamayız. Çünkü onların bugüne kadar yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatı. Onlar ulusal çıkarları merkeze koydukları için, gezegenin ve insanlığın ortak iyiliği için harekete geçemeyecek varlıklar.
İhtiyacımız olan şey, insanlığı ayıracak sınırların değil, insanlığı birleştirecek köprülerin kurulması. Bunun için halklar arasında yeni bağlara, yeni kamusallık biçimlerine ihtiyaç var. T24’te yayınlanan bir yazımı şöyle bitirmiştim: “Bir araya gelişimiz geçici bir dayanışmayı değil; yeni bir dünya hukukunun, yeni bir kamuoyunun ve nihayetinde yeni bir uygarlığın inşasını hedeflemeli. Bunun için birbirimizi bulmamız, ağ kurmamız, hikâyelerimizi paylaşmamız, örgütlenmemiz ve ortak eylem biçimleri geliştirmemiz gerekiyor.”
Belki de artık bir “Birleşmiş Halklar Ağı”nı kurmayı düşünmek gerekiyor. Bu size ütopik mi geliyor? O halde gözlerimizi Sumud filosuna çevirelim. Çünkü bu “ağ” kurulmaya başladı bile!
Sumud filosu dalgalar üzerinde ilerleyen bir vicdan mozaiğiydi. Güvertelerde omuz omuza duranlar arasında Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve inançsızlar vardı. Kimi dualarla, kimi şarkılarla, kimi de sadece vicdanının sesiyle yol almıştı. Hepsini bir araya getiren, Gazze kuşatmasını yarma ve oradaki acıya kayıtsız kalmama isteğiydi.
Sumud filosunun gemileri, İsrail’in uzun yıllardır Gazze’ye uyguladığı deniz ablukasını kırmak ve oraya insani yardım ulaştırmak amacıyla bir araya gelmişti. Bu girişim yalnızca bir yardım konvoyu olarak değil, Arapçada “sebat, direniş, vazgeçmeme” anlamına gelen “Sumud” kelimesinden de anlaşılacağı üzere siyasi bir eylem olarak da kurgulanmıştı.
Filo, yaklaşık 40-50 gemiden ve 400-600 katılımcıdan oluşuyordu. Bu aktivistler dünyanın farklı bölgelerinden gelmişlerdi: Aralarında Avrupa, Kuzey Amerika, Latin Amerika, Afrika ve Asya’dan doktorlar, hukukçular, gazeteciler, sanatçılar, dini liderler, sendikacılar ve siyasetçiler vardı. Bu çeşitlilik, filonun yalnızca insani yardım götürmesini değil, küresel bir dayanışma mesajı vermesini de sağlıyordu.
Organizasyon, Freedom Flotilla Coalition (FFC) öncülüğünde ve Global Movement to Gaza, Maghreb Sumud Flotilla, Sumud Nusantara gibi bölgesel ağların katılımıyla yürütüldü. Gemi ve aktivistlerin bir kısmı İspanya ve İtalya limanlarından, bir kısmı Tunus ve Kuzey Afrika’dan, bazıları da Yunanistan ve Sicilya’dan hareket etti. Plan, farklı limanlardan çıkan gemilerin Akdeniz’de birleşerek büyük bir filo halinde Gazze’ye ilerlemesiydi. Katılımcılara deniz güvenliği, medya ile iletişim, İsrail müdahale ettiği takdirde şiddetsiz direniş gibi konularda eğitimler verilmişti.
Gemiler, yardım malzemelerinin yanı sıra güçlü bir medya altyapısıyla donatılmıştı. Her gemide canlı yayın yapan aktivistler ve gazeteciler vardı. Böylece İsrail’in müdahalesi uluslararası kamuoyuna anında aktarılabilecekti.
Sumud filosuSumud filosu, kolay tasavvur edilemeyecek ölçekte çok dinli, çok kültürlü ve çok farklı siyasi inanışı yan yana getiren büyük bir girişimdi. Adeta bir “Birleşmiş Halklar Filosu”ydu: ulusal kimliklerden, pasaportlardan ve sınır çizgilerinden bağımsız olarak insanlığın müşterek vicdanı adına yola çıkan bir topluluktu! Bu girişim dünyaya insanlığı bölen ırk, din, ulus gibi yapay duvarların aşılabileceğini gösteren bir tahayyül de sunuyordu.
Sumud gemilerinin ufka açılışı, bize hâlâ birlikte hayal etme, birlikte direnme ve birlikte yaşama gücümüz olduğunu hatırlatmıyor mu? Belki de işte bu yüzden, Sumud filosu yalnızca bir insani yardım girişimi değil, distopyaların hepimizi kuşattığı çağımızda ütopya ufkunu yeniden hatırlamaya dair bir davet. Sumud filosunun güvertelerinde kurulan çok dinli, çok kültürlü birliktelik ütopyaların hâlâ mümkün olduğunu fısıldıyor bize. Eğer ütopyalar susmuşsa, belki de onu yeniden konuşturacak olan işte bu tür ortak eylemler!
68’liler bize “Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin” dememişler miydi?
Sumud filosundaki MV Handala adlı gemide Jacop Berger ve Bob Suberi adlarında ABD vatandaşı iki Yahudi de bulunuyordu. Uluslararası sulardayken İsrail’in korsanca eylemiyle gözaltına alınanlar arasındaydılar. Jacop Berger 24 saat sonra sınır dışı edildi. İsrail vatandaşı da olduğu için serbest bırakılan Bob Suberi dakika kaybetmeden Mahmud Abbas yönetimindeki Batı Şeria’ya geçti ve “koruyucu varlık’ (protective-presence) çalışmalarına katıldı. Koruyucu varlık, çatışma ve işgal bölgelerinde sivillerin şiddete maruz kalmasını önlemek için geliştirilen bir insan hakları pratiği. Uluslararası gönüllüler, Batı Şeria’da çocukların okula güvenle gidebilmesi, köylülerin tarlalarına erişebilmesi ya da evlerin yıkımlara karşı korunabilmesi için gözetmenlik yapıyorlar. Bu gönüllülerin varlığı, hem caydırıcı bir kalkan işlevi görüyor hem de tanıklık ve belgeleme yoluyla hak ihlallerinin dünyaya duyurulmasını sağlıyor.
Şimdi ey kârî (yani okur) elini vicdanına koy da söyle: Bir adaletsizliği protesto etmek için bir vatandaşımız başka ülkelerden aktivistlerle birlikte Türkiye’ye ayak bassa başına neler gelirdi?
Çağatay Anadol kimdir?Çağatay Anadol, 1945'te İstanbul'da doğdu. Gelenbevi Ortaokulu, Vefa Lisesi ve ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Ekonomi-İstatistik Bölümünden mezun oldu. 1966'da öğrenciliği sırasında Türkiye İşçi Partisi'ne üye oldu. 1972'de Dev-Genç davasının sanığı olarak kısa bir süre Mamak Cezaevi'nde kaldı. 1973-1980 arasında ortaklarıyla birlikte REYO Matbaası'nı işletti. 1974'te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin merkez yürütme kurulu üyeliğine getirildi. Partinin genel saymanlık ve eğitimpropaganda sekreterliği görevlerinde bulundu. 12 Eylül darbesi öncesinde partinin kapalı dönem çalışmalarını yürütmekle görevli icra komitesinin sekreterliğine getirilerek 1985'te tutuklanıncaya kadar bu görevi sürdürdü. Dokuz ay süren hapisliğinden sonra TSİP'in gayriresmî yayın organı Görüş dergisini çıkardı. Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma partilerinin kurucuları arasındaydı. 1991'de Tarih Vakfı yayın bölümünün başına getirilerek 2001'e kadar Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi ve Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nin, ayrıca vakfın kitap ve dergilerinin yayınından sorumlu oldu. 2002'de emekli olunca sosyal bilimler ve tarih alanında kitaplar yayımlamak üzere Kitap Yayınevi'ni kurdu. Görüş ve Birlik adlı dergiler için makaleler yazdı. Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi: "Bir Barbar Aşısı" (TSİP 1974-1990) başlıklı kitabı Temmuz 2022'de İletişim Yayınları arasında yer aldı.
Çevirmen ve editör Ayşen Anadol ile elli küsur yıldır evli. |
Türkiye hâlâ mutlakıyetle cumhuriyet arasında salınan bir çizgide yürüyor. Kurumlar değişmiş, anayasalar yenilenmiş olsa da devletin refleksleri çoğu kez mutlakıyetçi bir yönetimi andırıyor
Antikçağ filozofları için “iyilik” yalnızca bireysel bir ahlaki tercih değil, aynı zamanda yaşamın amacı, toplumsal düzenin temeli ve insan olmanın anlamıydı. Müslüman mütefekkirlere göre iyi insan, hem aklını hem de ahlaki erdemlerini geliştirmiş, bireysel kemale ve toplumsal faydaya yönelmiş biridir. Peki bir otokrat, iyi insan olabilir mi ya da iyi bir insan, otokrat olabilir mi?
Belarus’un 2020 seçimlerinden bugüne uzanan hikâyesi, tek adam rejimlerinin doğasını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yargı bağımsızlığını kaybetmiş, büyük yolsuzluklara gömülmüş, medyası tümüyle susturulmuş rejimler bunlar

© Tüm hakları saklıdır.

