07 Şubat 2013

Gürsel’in seçim sistemi önerisi üzerine-2

Bu yazıda Prof. Seyfettin Gürsel’in yeni seçim sistemi önerisini eleştirel bir süzgeçten geçirerek değerlendireceğiz

Bu yazıda Prof. Seyfettin Gürsel’in yeni seçim sistemi önerisini eleştirel bir süzgeçten geçirerek değerlendireceğiz. Hatırlatmak gerekirse Gürsel, Türkiye’deki mevcut seçim sisteminden kaynaklı sıkıntıları temsilde adalet sorunu, meşruiyet sorunu ve tutarsız koalisyonlar sorunu olarak teşhis ediyor.

Gürsel’in önerdiği sistemin özellikleri ise şunlar: Yüzde 10 barajı sıfırlanacak. Milletvekili sayısı 600 olacak. Bunlardan 50’si doğrudan nispi sistemle, partilerin ülke genelinde aldıkları oy oranında belirlenecek. Yani yurt genelinde yüzde 2 oy alan parti bu 50 sandalyenin birini alacak. Diyelim ki AKP gene her iki seçmenden birinin oyunu aldı, 25 milletvekilli kazanacak.

Kalan 550 milletvekili ise seçim çevrelerinden gelecek. İstanbul’un üç, İzmir ve Ankara’nın iki, diğer tüm illerin tek seçim çevresinden oluştuğu günümüzdeki yapılanmanın yerini, en fazla 6 milletvekilinden oluşan daraltılmış çevreler alacak. Dolayısıyla, söz gelimi; Ankara 6, Konya 3, Tokat ise 1 seçim çevresinden oluşacak. Seçim çevrelerinin ortalama büyüklüğü üç-dört vekil seçecek şekilde oluyor Prof. Gürsel’in projesine göre.

Seçim çevrelerinin daralması her zaman büyük partilerin lehine olduğu için, kaldı ki hâlihazırda uygulanan ve Gürsel’in de benimsediği d’Hondt metodu da birinci partiyi biraz kayırdığı için, ülke barajının sıfırlanmasına rağmen istikrar bozulmamış olacak.

 

Temsil adaleti gerçekten sağlanıyor mu?

 

Seyfettin Gürsel, raporunda, isabetli bir referansta bulunarak, seçim sistemleri üzerine çalışan her akademisyenin kütüphanesinde yer alan Arend Lijphart’ın 1994 tarihli kitabında ele alınan 70 civarındaki farklı seçim sisteminden herhangi biri 2002’de Türkiye’de uygulanıyor olsaydı DEHAP mutlaka mecliste temsil edilecekti diyor. O seçimde DEHAP yurt genelinde yüzde 6’dan fazla oy almış ve pek çok Kürt ilinde de birinci yahut ikinci parti olmuştu. Gürsel haklı olarak, 27 farklı ülkenin uygulamış olduğu 70 dolayındaki sistemin hepsinden farklı sonuç veren Türkiye’nin mevcut sistemini anti-demokratik bir anomali olarak görüyor.

Lakin bu noktada önemli bir nüans var. Lijphart bir seçim sisteminin temsililiğini (temsilde adaleti sağlamasını) değerlendirirken, oyların sandalyelere tercüme edilme metodundan çok seçim çevresinin büyüklüğüne önem verir. Dörtten az sandalye ihtiva eden seçim çevrelerinde elde edilen sonuçların, çoğunlukçu sistemlerde (ABD, İngiltere gibi) elde edilen sonuçlardan pek farklı olmadığını belirtir. Daha basitçe söylemek gerekirse seçim çevresi genişledikçe sonuçların adil olduğuna işaret eder.

 

Kim kazançlı, kim değil?

 

Gürsel için, yeni bir seçim sistemi önermedeki temel itkiyi oluşturan üç faktörden ikisi temsil adaletiyle ilgili. Ortalama büyüklüğü 3 ila 4 vekillikten oluşan daraltılmış seçim çevreleri, mevcut siyasi tabloya göre AKP’nin işine gelir, BDP’yi yaralamaz, CHP’nin işine gelip gelmeyeceği ise genel oy dağılımına ve CHP’nin buradaki payına bağlı olur.

Gene mevcut tablo üzerinden gidersek MHP için bu çok olumsuz bir değişiklik manasına gelmektedir. Gürsel’in raporundaki simülasyonlardan birinde yüzde 5’er oy aldığı varsayılan DP ve SP içinse daha da büyük bir adaletsizlik anlamına gelmektedir (bu partileri farklı isimlerle de tasavvur edebilirsiniz, Türkiye siyasetinde en geç post-Erdoğan dönemde AKP şemsiyesi altında toplanan oyların başka/yeni partilere dağılması olasıdır).

Gürsel’in önerisinde, oy konsantrasyonuna sahip Kürt partisi hariç, yüzde 10’un altında oy alan partilerin, mecliste oy oranlarının çok altında temsil edileceği kesindir. Yüzde 10 olarak verdiğimiz bu adaletsizlik eşiği yüzde 15’e, hatta 20’ye kadar da tırmanabilir. “İyi ama mevcut sistemde yüzde 10’un altında kaldın mı zaten meclise giremiyorsun, bu her şeye rağmen bir ilerlemedir” derseniz, bu görüşe itiraz etmek zordur ama hazır el değmişken neden daha ilerici bir reform söz konusu olmasın?

 

Güdük temsil

 

Rapordaki simülasyonun da ortaya koyduğu üzere, yüzde 10’un altında oy alan partilerin 50 kişilik ulusal kontenjandan birkaç tane, daraltılmış bölgelerden de birkaç tane vekillik kazanması, bu partilerin 600 kişilik bir mecliste 1950’li yıllardaki Millet Partisi ve Hürriyet Partisi kadar güdük biçimde temsil edilmesi anlamına gelir. Türkiye’deki parlamenter yaşam, mecliste grubu olmayan partilerin üç beş kişiyle temsil edilmesinin pratikte pek bir manasının olmadığını bizlere göstermiştir.

Daraltılmış bölgelerin ne kadar adaletsiz sonuçlar doğurabildiğini 1980’li, hatta 90’lı yıllardaki seçimler ortaya koydu. Büyük partileri kayırarak “istikrar” sağlamak amacıyla, 12 Eylül ürünü seçim kanunu, seçim çevrelerini en fazla 7 kişi olacak şekilde daralttı. Daha sonra Özal, kontenjan milletvekilliği denen uygulamayla bu sayıyı pratikte 6’ya indirdi (ayrıntılara girmiyoruz). Böylece 1987 seçimleri Türkiye tarihinin en adaletsiz seçimlerinden biri oldu. Oyların yüzde 36’sını alan ANAP, vekilliklerin yüzde 64’ünü elde etti.

Benzer bir durum 1991’de yaşandı. DSP yüzde 10.7 oy aldı, ancak 450 kişilik TBMM’de sadece 7 sandalye elde etti. 1995 seçimlerinden hemen önce seçim çevreleri genişletilerek bugünkü hale geldi, böylece barajı geçen partiler çok daha orantılı biçimde mecliste temsil olmaya başladı (Son derece istisnai olduğu için 2002 seçimleri hariç).

 

Gürsel’in bir açık, bir de olası kaygısı

 

Uzun lafın kısası, temsilde adaleti öncelikli bir amaç olarak tanımlayan bir çalışmanın, seçim çevrelerini bu denli daraltmayı önermesi bir çelişki. Burada Prof. Gürsel’in bir açık, bir de zımni “kaygı”sı var. Açık kaygısı, 1990’lı yıllardaki istikrarsızlığın tekrarlanmasına yol açacak kırılgan koalisyonların gelecekte yeniden kurulabilmesi. Zımni kaygısı ise, sanıyoruz ki, “gerçekçilik”. Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran AKP’nin ve en azından bir partinin daha (burada BDP CHP’nin bir adım önüne geçiyor) ikna olacağı bir sistem tasarlanmak istenmiş.

Koalisyonların, neo-liberal politikalardan sapma anlamına gelen popülist uygulamaları her zaman küresel ve yerli sermaye (gerçi böyle bir ayrım yapmanın artık hiçbir manası yok) ile düşünce ufukları “iyi işleyen piyasa ekonomisi” mefhumuyla şekillenen aydınların tepkisini çekmiştir. 90’lı yıllardaki koalisyon hükümetlerinin özelleştirmeyi ağırdan alması, yeşil kart gibi sosyal devlet uygulamalarına yönelmesi, memurlara enflasyon oranında zam yapmaya çalışması veya öyle yapıyor gibi görünmesi vb. şeyler hep istikrarlı bir tek parti hükümeti yaratamayan seçim sistemiyle ilişkilendirildi.

Tabii çok başlı hükümetlerin yönetsel zaaf ve beceriksizliklerinin ekonomik krizlerde (özellikle 2001’de) rolü olduğu doğrudur. Ancak Türkiye 1950’ler ve 80’lerin sonunda ekonomik bunalım içindeyken başta tek parti iktidarları vardı. Daha da önemlisi, Türkiye’de düzen partileri üç aşağı beş yukarı “uygulamaları gereken” politikaları uygularlar. Bugün iktidarda CHP olsaydı cezaevlerinde daha az siyasi mahkûm olurdu ama ekonomi politikaları ana hatlarıyla bugünküyle aynı olurdu.

 

Koalisyonda da tek partide de sermayenin borusu ötüyor

 

Bu son söylediğimiz desteksiz bir iddia değildir. Korkut Boratav’ın deyişiyle “siyasi istikrarsızlık ortamlarında yeniden yeşermeye başlayan popülizmi külliyen tasfiyeyi hedefleyen”, IMF ve Dünya Bankası rehberliğindeki program 1999’da DSP-MHP-ANAP hükümeti tarafından başlatıldı. Boratav’ın sözleriyle devam edelim:

“Bu stratejik saldırının ilk aşaması, DSP-ANAP-MHP koalisyonları ve 2001 krizi içinde Kemal Derviş tarafından yönetildi. İkinci aşamanın yönetimi ise, sonraki sekiz yıl boyunca aynı programı ödünsüz sürdüren, geliştiren AKP tarafından üstlenildi (…) 1998 sonundan itibaren süregelen IMF anlaşmalarını AKP de kesintisiz sürdürmüş; hatta 2005’te üç yıllık bir stand-by daha imzalamıştır”.

Biz burada istikrarsızlık değil, devamlılık görüyoruz.  Ezcümle, temsilde adalet derdi olan bir reformun yersiz bir istikrar kaygısıyla seçim çevreleri için 12 Eylül tarzı bir daraltma önermesi isabetli değildir.

Peki olası bir seçim reformunu yapacak olanlar, Gürsel gibi bu işe yıllar boyu kafa yormuş aydınlar olmayacağına göre, gerçekçilik meselesini ne yapacağız? AKP’nin hayır diyeceği bir reform mümkün müdür?

Hem AKP’nin hayır demeyeceği, hem de adil sonuçlar verecek bir sistem için bizim önerimiz şudur: Barajın sıfırlanması, milletvekili sayısının 650 olması, her seçmenin iki ayrı pusulada oy kullanması suretiyle 400’ünün bugünkü usule göre mevcut geniş çevrelerden seçilmesi, 250’sinin ise tek sandalyeli dar bölgelerden seçilmesi.

   
            

Yazarın Diğer Yazıları

T24’ün Taraflaşması: Buna gerek yoktu

Bu yazıyla birlikte T24’ten kopuyorum. Veda yazımdır...

CHP ve Sol

60’ların ortalarına doğru TİP’in yükselişinin CHP’yi sola çektiği genel geçer bir bilgidir. Doğru da bir bilgidir. Ancak bunun nasıl cereyan ettiğine dair doyurucu içeriğe sahip bir açıklamayı pek az insan yapabilir.

Tekkeyi bekleyen çorbayı içer

2010 referandumuna kadar Türkiye’nin hâkim entelijansiyası liberaller ve sol liberallerdi. AKP’nin organik aydınları, yani İslamcılar ve İslamcı kökenliler sivil toplumda, iktidarın hegemonyasına...

"
"