24 Temmuz 2022

Ruh çağırma seansında iki ünlü: Sihirbaz Houdini ve Sherlock Holmes'un yaratıcısı Conan Doyle

Hikâye 17 Haziran 1922'de sıradan bir güne uyanan iki orta yaşlı erkekle başlıyor ve bu akşamın sonunda arkadaşlıkları bir daha eskisi gibi olmayacak

Kısa bir süre önce Beyaz TV'de canlı yayında yapılan cin çıkarma seansını hatırlarsınız. Sağdan soldan donattık, güldük eğlendik… Çocukken de cinlere güler miydiniz bilmiyorum ama ben biraz korkardım. Genelde yazlık yerlerde akşamları toplanan çocukların birbirlerine anlattığı musallat olma, dadanma ya da zorla bir insanla evlenen cin hikâyelerine hiç denk gelmediyseniz şanslısınız. Bu 'geyiklerin' en yaygını ise incir ağacı belasıdır; incir ağacının kökleri yerin dibine doğru indiğinde, cinlerin evlerinin ve yaşam yerlerinin oralar olduğu söylenir. Yanlışlıkla bir incir ağacının dibine bevlederseniz, hapı yuttunuz demektir. 

Müslüman topluluklar için cin ne kadar mühim bir konuysa, diğerleri için de hayalet ve ruh o kadar önemlidir. Cinden korkan adam da tuhaf bir şekilde hayaletten, ruhtan korkmaz mesela – en azından çocukken ben öyleydim-. Tabii bunun bir sebebi de dost canlısı 'Sevimli Hayalet Casper' çizgi filmi ile büyümüş olmam olabilir. 

Ama benim aksime ruhçuluk yani spiritüalizm, 19. yüzyıldan beri birçok kişiyi peşinden sürükleyen bir konu olmuş. Ölülerle iletişim kurmanın özellikle 20. yüzyılda iç savaşlar, Dünya Savaşı ve salgınlar gibi kayıpların çok olduğu bir dönemde en popüler zamanına kavuşmuş olması şaşırtıcı olmasa gerek. Thomas Edison, Kraliçe Victoria, Abraham Lincoln'un eşi Mary Todd Lincoln tarihte bu inancın peşinde koşanlardan sadece birkaçı. Bu isimlerin yanı sıra dünyanın en tanınmış spiritüalistlerinden biri de dedektif Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı polisiye yazarı Arthur Conan Doyle'dur. 

Zekâ tuzağı

Türkiye'de Domingo yayınlarından çıkan; psikoloji ve nöroloji üzerinde uzmanlaşmış bilim yazarı ve gazeteci David Robson'ın kaleme aldığı, Ezgi Başer'in çevirdiği 'Zekâ Tuzağı' isimli kitapta yüksek zekâlı insanların bazen nasıl bu kadar şapşal kararlar alabildiğine ilişkin şaşkınlığımızı giderecek cevaplar var. Kitabın içeriğini biraz daha iyi anlatabilmek için arka kapak yazısından kısa bir bölüm paylaşayım:

"Çok zeki insanlar çok mantıksız kararlar alabiliyor. Nobelli bir fizikçi Arjantin sınırından iki kilo eroin geçirmek üzere kandırılabiliyor. Sherlock gibi bir zihni yaratan Arthur Conan Doyle iki ergen tarafından oyuna getirilebiliyor. Bilgi ve uzmanlık, insanları önyargılarına hapsederek yanlış düşüncelerin kök salmasına neden olabiliyor…

Peki bu kadar zeki olduğunu düşündüğümüz insanlar böyle yanlışlara düşebiliyorsa bizim de düşmemiz kaçınılmaz değil mi? Pek değil. David Robson, zekâ ve deneyim konusunda yakın dönemlerde ortaya atılmış stratejik cehalet, meta-unutkanlık ya da işlevsel aptallık gibi yaklaşımlardan yola çıkara, bir yandan zekâsına çok güvendiğimiz insanların nasıl ve neden mantıksız kararlar alabildiklerini irdeliyor…"

Eeey ruuh geldiysen iki kere vur, sonra da bulaşıkları yıka!

Kitaptaki bir bölümde de efsane illüzyonist Harry Houdini ve Arthur Conan Doyle'un aralarına giren bir ruh yüzünden arkadaşlıklarının nasıl bozulduğu anlatılıyor. 

Hikâye 17 Haziran 1922'de sıradan bir güne uyanan iki orta yaşlı erkekle başlıyor. New Jersey'deki Atlantic City sahilinde oturuyorlar. Ve bu akşamın sonunda arkadaşlıkları bir daha eskisi gibi olmayacak.

Arthur Conan Doyle ve Harry Houdini

Her şey tıpkı başladığı gibi gitmişti: bir seansla. O sıralar spiritüalizm Londra'nın varlıklı seçkinleri arasında modaydı ve sıkı bir takipçisi olan Conan Doyle haftada beş altı toplantıya katılıyordu. Hatta karısı Jean'in psişik güçlere sahip olduğunu ve Phineas adlı bir rehber ruha aracılık etmeye başladığını iddia ediyordu. Hatta Phienas, çifte nerede yaşamaları ve ne zaman seyahat etmeleri gerektiğini söylüyordu. Jean akıllı bir kadınmış anlaşılan ama Phienas Türkiye'de yaşayan bir ruh olsaydı eşine bu denli söz geçirebilir miydi acaba? 

Houdini ise aksine kuşkucuydu ama yine de açık fikirli olduğunu iddia ediyordu. İki yıl önce İngiltere ziyaretinde, bu konuyla ilgili görüşmek üzere Conan Doyle ile temas kurmuştu. Aralarındaki farklara rağmen iki adam kısa sürede kırılgan bir dostluk kurmuş, hatta Houdini, Conan Doyle'un en sevdiği medyumu ziyaret etmeyi kabul etmişti. 

Ağzından ve vajinasından ektoplazma* çıkardığını iddia eden bu medyum karşısında Houduni, kadının sahip olduğu güçleri basit bir sihirbazlık gösterisi diyerek çabucak reddetmişti. 

* Ektoplazma: Trans haline girmiş medyumların vücutlarından, özellikle ağız, burun, kulak gibi organlarından çıktığı, havada yayıldığı, bazen gözle görülebildiği ve elle dokunulabildiği ileri sürülen şekilsiz maddelere verilen addır.

Dostlar arasına kara kedi giriyor

Şimdi ise Conan Doyle Amerika'daki bir kitap turnesinin ortasındaydı ve Houdini'yi Atlantic City'de kendisine eşlik etmeye davet etmişti. 

Ziyaret gayet dostane başlamıştı. Houdini, Conan Doyle'un oğullarının dalmayı öğrenmelerine yardımcı olmuş ve grup deniz kıyısında dinlenirken Conan Doyle, Houdini'yi karısı Jean'in medyumluk yapacağı doğaçlama bir seans için otel odasına davet etmeye karar vermişti. Houdini'nin annesini kaybettiği için yas tuttuğunu bildiğinden, karısının öteki dünyayla temas edebileceğini umuyordu. 

Böylece Ambassador Hotel'e dönüp perdeleri kapadılar ve ilham gelmesini beklemeye koyuldular. Jean bir elinde kurşun kalemle transa geçmiş gibi otururken, erkekler yanına oturmuş onları izliyordu. Tam o anda Jean iki eliyle masaya vurmaya başladı; ruhun geldiğini gösteren bir işaretti bu.

"Tanrı'ya inanıyor musun?" diye sordu ruha. Ruh kadının elini tekrar masaya vurarak cevap verdi. 

"O zaman haç çıkarayım."

Kalemini yazı tahtasının üstünde tutmuş hazır beklerken, birdenbire eli sayfanın üzerinde, çılgınca uçuşmaya başladı. 

"Ah canım, Tanrı'ya şükür, nihayet huzura erdim…" diye yazdı ruh. "O kadar çok denedim ki… Artık mesudum. Elbette oğlumla konuşmak isterim… Canım oğlumla. Dostlar, bunun için size tüm kalbimle teşekkür ederim… Yüreğimin feryadına cevap verdiniz… Onunkine de… Tanrı onu kutsasın."

Seansın sonunda Conan Doyle tek kelimeyle büyülenmişti. Buna karşılık Houdini bu maskaralığı biri dizi soruyla kesmişti. Yahudi olan annesi neden kendini Hıristiyan ilan etmişti? Bu Macar göçmeni kadın mesajlarını nasıl mükemmel bir İngilizceyle yani "Hiç öğrenmediği bir dilde!" yazmıştı? Hem de neden o gün doğum günü olduğunu söyleme zahmetine girmemişti.

Harry Houdini

Houdini daha sonra bu şüphelerini New York Sun'da yayımlanan bir makalede dile getirdi. Bu olay iki adamın arasında giderek alenileşen bir tartışmanın başlangıcı oldu. 

Houdini bu olaydan dört yıl sonra hayatını kaybettiğinde bile Conan Doyle bu konuyu kapatmayı bir türlü başaramadı. Belki de 'rehber ruhu' Phineas'ın dolduruşuyla The Strand dergisine yazdığı bir makalede, Houdini'nin tüm şüphelerini ele alıp boşa çıkarmaya kalkışmış. Gerekçesi tüm kurgu eserlerinden daha da fantastikmiş: Özellikle bir yerde Houduni'nin "madde şeklini bozup yeniden inşa edilen bir kuvveti" kontrol ettiğini ve bu sayede zincirlerin içine girip çıkabildiğini iddia etmiş. 

"Bir adamın hayatı boyunca çok güçlü bir medyum olması bu gücü devamlı kullanması, ancak kullandığı üstün yeteneklere tüm dünyanın medyumluk dediğini hiç fark etmemiş olması mümkün mü?" diye yazmış.

Conan Doyle, bu konuda enteresan bir örnek çünkü olaylardaki mantıksal çıkarımın öneminin son derece farkında olduğu eserlerinde gün gibi anlaşılıyor. Spiritüalizmle uğraşmaya Sherlock Holmes'u yarattığı dönemde başlamış olması da ayrıca ilginç bir detay. Fox'un Arthur Conan Doyle ile yaptığı söyleşinin (1927) haber filminin orjinalini buradan, Türkçe altyazılısını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz. Videonun ilk kısmında Sherlock'u nasıl yarattığını, ikinci kısımda ise spiritüalizme nasıl içten bir bağlılığı olduğunu anlatıyor. Anlattıkları deli saçması mı yoksa kaybettiğimiz sevdiklerimizle bağ kurmanın mucizevi bir yolu mu, siz karar verin…

BONUS: Polisiyenin kısa tarihi

Efsane karakter Sherlock Holmes'un yaratıcısı Arthur Conan Doyle'u bu kadar anmışken, edebiyatta polisiye türünün kısa tarihine değinmeden geçmek olmaz. Bu yazının diğer ana karakteri Houdini hakkında daha fazla ilginç bilgi almak isteyenleri ise T24 Haftalık yazarı İrfan Yalın'ın 'Sihirbazlığın efendisi: Houdini' başlıklı yazısına alalım…

Gelelim polisiyeye… Edgar Allan Poe'nun 1841 yılında yazdığı 'Morgue Sokağı Cinayetleri', -Gaston Leroux tarafından yazılan Sarı Odanın Esrarı ile birlikte- tarihte yayımlanan ilk dedektiflik öyküsü olarak niteleniyor. Polisiye edebiyatın ilk dedektifi olan C. Aguste Dupin, Poe'nun "Sağlam temellere yaslanan basit fikirler kimsenin ilgisini çekmez. İnsanlar dokunaklı ikilemlere bayılırlar" ifadesini de kullandığı 'Morgue Sokağı Cinayetleri'nde dünyaya geldi. Polisiye türünü büyük üne kavuşturan ise, Dupin'den rol çalan Sherlock Holmes'un yaratıcısı Arthur Conan Doyle oldu.

Ardından Agatha Christie, "fazla uzaklaşmış olamaz" diyerek, Hercule Poriot ile dedektiflik dünyasına sıkı bir giriş yaptı. Genel olarak İngiliz kır yaşantısında geçen ve içinde şiddet olmayan eserlerden sonra, suçu ilk defa gerçek bir suç üzerine oturtan, şiddet ve cinsellik de içeren eserleriyle Dashiell Hammett sahneye girdi.

"İnsanın mükemmel bir varlık olarak görüldüğü, kötülüğün sanata yansıtılmaması" inancının egemen olduğu Rönesans döneminde edebiyatın konusu olamayan polisiye, II. Dünya Savaşı'na kadar, genel olarak ikinci sınıf bir edebiyat türü olarak görüldü. 

İlk Türk polisiye

İlk Türk polisiye romanını 1884 yılında 'Esrâr-ı Cinâyat' adıyla yayımlayan Ahmet Mithat Efendi, eseri bugün Beyoğlu'nda bulunan Hazzopulo Pasajı'ndaki evinde yazdı. 

Peyami Safa, Server Bedi takma adı ile 'Cingöz Recai'yi yazarken, Kemal Tahir de F. M. İkinci takma adıyla Mike Hammer'ın dört yerli öyküsünü kaleme aldı. Edebiyat dünyasında bu dört yerli öykünün orijinallerinden de iyi olduğu görüşünü dile getirenler oldu. Nazım Hikmet'in 'Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim' novellası da aslında bir polisiye olarak bu türün Türkiye'deki tarihine geçti. Türkçeye tercüme edilen ilk polisiye roman da, Fransız yazar Ponson de Terrail'den Ahmet Münif tarafından 1881 yılında çevrilen 'Paris Faciaları' adlı eser oldu.

Yapıtları dünyada çok sayıda dile çevrilen ve Türkiye'nin önde gelen edebiyatçılarından olan Ahmet Ümit'i de unutmamak gerek. Bu vesileyle Sebati Karakurt'un Pera Palas'ta Ahmet Ümit ve beni bir söyleşi için çektiği ve benim için fantastik bir hatıra olarak kalacak fotoğrafı da gururla paylaşayım…

Berna Abik kimdir?

Berna Abik, 1988 yılında İstanbulda doğdu. Editörlük hayatına dünyanın önemli şehir dergilerinden biri olan Time Outta başladı. Daha sonra Doğan Burda dergi grubu bünyesindeki İstanbul Life dergisinde çalıştı. 

Son olarak T24 ekibine katıldı; burada editörlük ve video röportajlar yapıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Adnan Oktar mağduru baba Elvan Koçak’ın ‘Katarsis’i üzerinden sorular...

Bir çocuğun cinsel istismara uğramasını pornografik bir soruya dönüştürmekle hangi ‘Katarsis’ sağlanıyor? 

Deprem çocuğunun 'şah ve mat'ı: Hena, enkaz altında kalan satranç kupasına nasıl kavuştu?

"Enkaz altında kaldığına üzüldüğün, manevi değeri en fazla olan şey senin için neydi?”

‘Türkiyeli kadınlarda porno’, ‘Müstehcen’ belgeseli gibi yapımların yaratıcısı olan ve artık porno yönetmeni olarak anılmak istemeyen Mihriban Tandoğan anlatıyor

'Müstehcen' belgeselinin yönetmeni Mihriban Tandoğan'ın kapısını çaldım; belgeseli, son görüşmemizden bu yana neler yaşadıklarını, OnlyFans'te neler olduğunu ve sansürü konuştuk.