28 Ocak 2010

Yangın nerede? İtfaiye kim?

Geleneksel söylem yasama, yürütme ve yargı ayrımı yani güçler ayrılığı ilkesi içinde çözüm üretmek...

Darbe ya da sivil dikta tartışmalarının altında da, bugünlerde yine hızlanmış Anayasa tartışmalarında da bir uzlaşmaya ulaşılması olanaksız görünüyor. Çünkü tartışmalar uzlaşma arayarak, diğerinin derdinin meramının ne olduğu üzerinden değil de tribünlere laf edilerek münazara mantığıyla yürütülüyor.
Yine de umutsuz olmayalım. Ülkenin tüm sorunlarının çözümünün başlangıç noktasının yeni bir toplumsal uzlaşmadan ve yeni bir Anayasa yapmaktan geçtiğini er geç hepimiz anlayacağız. Bu uzlaşmayı geciktiren ya da tartışmalarda ilerlememizin önündeki en büyük engel taraftarların karşı tarafın gizli niyetleri üzerinden geliştirdikleri bir paranoya hali bana göre.
Bu örtük niyet okumalarını aşabilmemizin başlangıç noktası bence şu soruya üretilecek cevapta yatıyor: Yeni mutabakatın ya da sistemin ya da demokrasinin ve cumhuriyetin hukuki yollarla korumasını nasıl yapacağız? Eğer bu soruya hukuk dilinden ve mekanizmaları içinden cevap üretemez isek darbe heveslileri ya da şakşakçıları da şeriat veya sivil dikta heveslileri ve şakşakçıları da hayatımızda olacaklar. Bu soru, kaygı, paranoya adına ne dersek diyelim başkalarından medet uman ruh hali hep var olacak.
O zaman gündelik dille sorayım: Yangın alarmlarını nereye döşeyeceğiz? Yangın sensörleri neyi algılarsa alarm verecek? Yangın tüpleri ve itfaiye nerelerde konuşlanacak? Yangın alarmı çaldığında kimler harekete geçecek yani itfaiyeci kim? İtfaiyeci yangına nasıl müdahale edecek? Ve tüm bunlar şeffaflık, denetlenebilirlik, hesap verebilirlik ve sürdürülebilirlik içinde nasıl başarılacak? Elbette hukuk içinde ve elbette yeni Anayasa’da tüm bunları net tanımlayarak ve bu yeni tanım ve de bu tanımın gereği olan mekanizma, sistem, kurum üzerinde toplumsal mutabakat üreterek bu meseleyi aşabiliriz.
Geleneksel söylem yasama, yürütme ve yargı ayrımı yani güçler ayrılığı ilkesi içinde çözüm üretmek. Fakat bugün ülkede bu kuvvetler ayrığının sağlıklı çalıştığını kim söyleyebilir ki?
Yasama tümüyle yürütmenin kontrolünde çalışıyor. Herhalde hiç kimse bugün mecliste Başbakan’a rağmen bir yasama faaliyeti yürütülebileceğinden söz edemez. Bu siyasi partiler yasası ve seçim yasasıyla üstelik de zihinsel olarak da tümüyle lider hegemonyasındaki bir siyasi yapıdan bağımsız çalışacak, yürütmeyi denetleyebilecek bir Meclis beklemek ütopya bile değil artık. Bu nedenle hangi parti veya Başbakan olduğunun önemi yok.
Yargının ise iki problematiği var. Birincisi Anayasa Mahkemesi her türlü içtihadını özgürlüklerin önünü açacak biçimde değil aksine son derece sığ ve yasaklayıcı bir yorumla düşünüyor. İkincisi tüm yargı sistemi kutuplaşmanın ve birbirini yok etme kavgasının bizatihi tam göbeğinde bir aktör olarak ikiye, üçe yarılmış durumda.
Yürütme, yasama ve yargı arasında ülkeyi demokratikleştirmeye yönelik bir mutabakat da yok. Aksine birileri diğerini kendi canına kastedici olarak görüyor. Bu da ülkedeki, az veya çok askerden görev bekleme halini körüklüyor.
Demokrasimiz ve Anayasa üzerindeki tek engel asker vesayeti meselesi değil yani. Bunun yanı sıra çok temel bir alandaki sorundan kaynaklanan temel meseleler var. İşte bu kaygı, korku ve paranoya halidir ki seçilmiş bir parlamento Anayasa yapabilir mi türü absürt tartışmalara kaynaklık ediyor.
Sistemin kendini koruması meselesine hukuk ve yeni Anayasa ürettiğimiz zaman böylesi absürt tartışmalar zemin kaybedecektir. Bu noktanın da siyasetçiler ve köşe kadılarınca bilinmediğini düşünmüyorum ben. Fakat tartışmanın buradan yani çözüm aramak meramından yürütülmüyor olmasının da bir siyasi tercih olduğunu, meselenin üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğunu düşünüyorum. Yani bu kavgacı ve sürekli “ilerlemek istiyorum ama yaptırmıyorlar” ruh hali ve dilinin de 2011 seçimlerine yönelik bir hamle olduğunu gözlüyorum. Diğerleri içinse demokratik yollarla değiştiremedikleri iktidara engel bir toplumsal zihniyet iklimi üretmek esas amaç görünüyor.
Sizin de bu arada örneğin ülkedeki yönetim sisteminin reforme edilmesinin ya da Kürt meselesinin çözümünün önündeki anayasal engellerini tartışmanız ve sorgulamanız da engellenmiş oluyor böylece.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"