12 Mart 2012

Türkiye’yi gelecekte nerede hayal ediyoruz

Geçen hafta boyunca bir yandan kadınlar günü vesilesiyle kadın hakları ve kadına...

 

Geçen hafta boyunca bir yandan kadınlar günü vesilesiyle kadın hakları ve kadına şiddet yasası öte yandan eğitim sistemindeki değişikliği tartıştık. Aslında her iki konu da geleceğimiz açısından birbiriyle son derece bağlantılı.

Kimlik sorunlarına ve kimlik siyasetine hapsolmuş siyaset ve zihniyet dünyamız farkında olmadan bir mağduriyet hiyerarşisi üretiyor. Kimlik sorunu deyince Kürtler ve Aleviler öne çıkıyor zihnimizde de dilimizde de. Anayasa tartışmalarına bakın, ağırlıklı olarak Kürtler ve Aleviler üzerinden düşünüyoruz. Elbette Kürt meselesinin demokratikleşme ve devletin yeniden yapılandırılması konusunda tıkaç ve kaldıraç rolü var. Elbette Alevi meselesinin laiklik, din ve vicdan özgürlüğü meselesinde ağırlığı var. Ama ne Anayasa meselesi ne kimlik sorunları ne de sosyoekonomik sorunlarımız bunlardan ibaret.

Adalet, eşitlik ve özgürlük sorunları içinde zihnimizdeki ve siyaset dünyasındaki bu mağduriyet hiyerarşisinin ürettiği eksikli bir tartışma ortamı var.

 

Mağduriyet hiyerarşisi dışından düşününce

 

Halbuki en az onlar kadar önemli kadın, çocuk ve gençlik meselemiz de var üzerinde düşünmemiz, mücadele etmemiz ve çözmemiz gereken. Elbette tüm bu meselelerin de ortak böleni olarak eğitim sistemi, sorunları ve yeniden yapılanması ihtiyacı.

Eğitim ve kadın alanını düşünürken ve konuşurken de genellikle bugünden, bugünün sorunlarından, taleplerinden konuşuyoruz. Gelin eğitim ve kadın meselesine bir de gelecekten bakalım.

Otuz yıl, elli yıl sonrası dünya nasıl bir yer olacak? O günün dünyasında güç dağılımı nasıl oluşacak? Asıl önemlisi hangi ölçütlerle hangi ayrışmalar, sınıflaşmalar, kategoriler, endeksler, tanımlamalar geçerli olacak?

 

Ülkeleri ve toplumları kategorilere ayırınca

 

İnsanlık tarihi boyunca bu ayrışma ve kategorileşme tanımlamaları hep oldu. Çok eskilerde barbarlar-barbar olmayanlar, daha sonra medeniler-medeni olmayanlar, sanayi devriminden sonra kavimler-ulus devletler-imparatorluklar. Daha birçok ölçüt ve tanımlama kullanıldı. Son yüzyılda ise daha çok kullandık bu tanımlamaları: Siyasi sistemleri ve ittifaklarına bakarak Doğu bloğu-Batı bloğu-üçüncü dünya dedik. Ekonomik sistemlerine bakarak serbest pazar ekonomisi-devletçi ekonomisi olanlar diye ayırdık. Şimdilerde gelişmiş ülkeler-gelişmekte olan ülkeler kategorilerini sık kullanıyoruz. Sosyoloji ve siyasetten bakarak otoriter toplumlar ve ülkeler-demokrat toplumlar ve ülkeler. Kuzey-Güney, zengin-fakir gibi ekonomik refaha atıfta bulunan kategoriler de var.

Otuz yıl, elli yıl sonra hangi ayrım ve kategori anlamlı ve geçerli olacak? Dünya son yıllarda büyük bir değişim geçiriyor. Gündelik hayatın ritminden, değer ve tutumlara, üretim modellerinden siyasal örgütlenme modellerine, hemen her şey değişiyor. Elbette zihin haritalarımız da.

Yaşanan bu büyük değişimden bakılınca gelecekte ülkeleri ve toplumları iki ayrı ölçütle, iki ayrı tanımlama daha geçerli olacak kanımca.

 

Bilgi toplumları-sanayi toplumları

 

Birinci senaryoda ölçü ekonomiye dair. Ayrışma bilgi toplumları-sanayi toplumları ve diğerleri şeklinde oluşacak. Bilgi toplumlarında ekonomi bilgi ve teknoloji üretimi, yönetimi, kullanımı esas olacak. Bu ülkeler bölgesel ve küresel siyasi ittifaklar ve ortak yönetimler oluşturma yolunda da başarılı olurlarsa, aralarında çatışma kaynağı ulusal menfaatler, sınırlar ve egemenlik alanları olmayacak. Asayiş ve güvenlik sorunları kaba kuvvetle değil, teknolojiyle yönetilecek, yerel yönetimler güçlenecek, katılımcılık artacaktır.

İkinci gruptakiler ise sanayi toplumları olacak. Geleneksel sanayi üretimine dayanan, devletin hala çok güçlü olduğu, ekonomik gelir ve refah yükselmekle beraber özgürlüklerin, katılımın, şeffaflığın düşük olduğu, ekonomik düzen adına siyasi istikrarın istendiği, muhalefetin olmadığı toplumlar ve ülkeler. Bu ülkelerde siyasi gerilimler ekonomik istikrar adına siyasi istikrar ve demokratikleşme talepleri arasında, küreselleşme-ulusalcılık arasında yaşanacak, bu gerilim nedeniyle sistem otoriterlik ile demokratlık arasında salınacaktır.

Üçüncü gruptaki toplumlar ve ülkeler ise artık öndeki ülkeleri yakalama şansı kalmamış, yoksulluğun, sistemsizliğin, şiddetin, gettolaşmanın/aşiretleşmenin yaşandığı toplumlar olacaktır.

 

Kadının “var” olduğu, “yok” olduğu toplumlar

 

İkinci senaryodaki ölçü ise daha çok toplumsal olana ve gündelik hayata dair.  Ülkeleri ve toplumları birbirinden ayırmak için kullanılacak ölçü “kadının gündelik hayattaki varlığı, rolü ve ağırlığı üzerinden olacak. Toplumsal cinsiyet ayrımını ve sorunlarını çözmüş ülkeler, ahlaki referanslarını evrensel değerlerden ve hukuklarından alan, kadın aklının, elinin, yüreğinin hayatın her alanına değdiği toplumlar birinci grupta olacak. İkinci gruptaki ülkelerde ise hala kadının erkekten sonra geldiği, ahlaki referansların hala kadın cinselliği, namusu, iffeti gibi kavramlardan beslendiği toplumlar olacak.  

Eğer bu kestirimlerim doğru ise, gelecekte bu iki ölçü ağırlıklı ve geçerli olacaksa konuştuğumuz eğitim sisteminin veya kadın haklarının bizi hangi gruba doğru götüreceğini hesaplamalıyız. 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"