23 Nisan 2009

Tanrı ile devlet arasına sıkışmış siyaset

Siyaset giderek tanrı ile devlet arasına sıkıştı, biri yerine ötekini koyma kavgasına dönüştü

Bir önceki yazıda değinmiştik, Cumhuriyeti demokratikleştirmeyi, Cumhuriyetin hedefi olan ekonomik kalkınma ve toplumsal modernizasyonun yanına küreselleşme ve demokratikleşme boyutlarını da koyan yeni projeyi üretemedik. Daha doğrusu bunu yapması gereken siyaset, zamanın ruhunu yakalayamadı, projeyi yenileyemedi. Tıpkı kendisini de, siyaset yapma tarzını da yenileyemediği gibi. Siyaset giderek tanrı ile devlet arasına sıkıştı, biri yerine ötekini koyma kavgasına dönüştü, yalnızca particilik sığlığına mahkûm oldu.
Bu kısır çekişmelerin içindeki siyaseti nasıl yenileyeceğiz?
Geçen hafta Aydın Engin üstadımız da ülke ile ilgili dört senaryodan söz ediyordu. Birinci senaryo, “Laikliğe sımsıkı bağlı ve gerekirse askeri bir rejim işbaşına gelir. 10 yıl, 15 yıl zor ama zorunlu bir dönem yaşanır. Şeriat tehlikesi bir daha dönmemecesine yok edilir. Sonra da özlediğimiz rejime sıçrarız” demek.
İkinci senaryo, “AKP sanıldığı ya da darbecilerin göstermek istediği gibi şeriat özlemcisi bir parti değil. O muhafazakâr demokrat bir siyasi harekettir. ….Darbeciliğe karşı AKP’yi desteklemek akıllıcadır” demek.
Üçüncü senaryo “Bu olup biten kayıkçı dövüşüdür. …. O hedefe ancak devrimle varılır” demek.
Dördüncü senaryo da “... Yurttaş sorumluluğunu kuşanıp, siyasetin içine bütün gücümüz ve zamanımızla dalıp, yanlışın yerine yeni yanlışlar koymadan, demokrasiyi sürekli geliştirerek, kaçınılmaz zikzaklardan yılmadan, sabırla, inatla mücadele etmemiz gerek”.
Düğüm de tam burada. Doğal ve doğru olanı elbette dördüncü senaryo. Biraz konuşsak hemen herkes bu fikre gelecek ama… Aması var! Herkes peşinden bir ön cümle ekleyecek: “şu şeriat tehlikesini bir atlatalım” ya da “şu darbe tehlikesi geçtikten sonra”. İşte kutuplaşma da tam bu.
Toplumun, aydınların, siyaset adamlarının muhakeme yeteneklerini yitirmeleri, kendi hücrelerine, cemaatlerine, pozisyonlarına mahkûm hale dönüşmüş olmaları.
Daha da vahim olanı, halka güvenlerini yitirmiş olmaları. Diğer partiye oy vereni, akılsız veya kandırılmış ya da kendi ana babasına düşman elitler olarak görmeleri, ötekileştirmeleri giderek düşman olarak algılamaları.
Bu ülkenin insanlarının çok önemli bir kısmının ne tanrısı ne de devleti ile bir meselesi var. Biri yerine ötekini koymak gibi bir tasavvuru ve talebi de yok. İnsanlar işsizlik, eğitim gibi reel sorunlarına çözüm istiyorlar. Bir de kendilerine yakıştırdıkları kimlikleriyle var olmak, adam yerine konulmak.
Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki hedefler ve unsurlar belliydi. Birincisi güçlü ulus devleti oluşturmak, vatandaşlarının tek tip olduğu ve devlete karşı ödevlerinin tanımlandığı devlet-vatandaş ilişkisini tanzim etmek. İkincisi devletin öncü olduğu girişimcilik, ithal ikamesi ile desteklenen üretim, devlet tarafından manipüle ve kontrol edilen finans piyasalarıyla ulusal kalkınma. Üçüncüsü ödevleri ülkü haline getirmiş, farklılıklarını unutup tek tipleşmiş Cumhuriyetçi vatandaşlar yetiştirmek. Dördüncüsü de sonuçları kesin ve tartışılmaz olarak bilime ve akla dayalı modernleşme.
Cumhuriyetin projesiyle insanlar tebaa olmaktan kurtulup vatandaş oldu, ama bu vatandaşlık tek tip ve mecburi vatandaşlıktı. Yine Cumhuriyetin projesi sayesinde cemaatten topluma dönüştük ama tek tip topluma. Günümüzde ise mecburi vatandaşlıktan gönüllü vatandaşlığa, monolitik toplumdan demokratik topluma, ulus devletten etkin devlete dönüşmenin projesine ihtiyacımız var. Çünkü var olan düzen içinde çözüm üretme yolları tümüyle tıkandığı gibi artık gerilim ve kavga üretir hale geldi.
Şu anda ülkemizin siyasi düzeyde temsilcileri hala sahnede olmasa bile yeni siyasi projeye gereksinimi var. Bu projenin merkezinde demokrasi ve evrensel insan hakları var. Bu projenin öznesi de önceki projelerin devleti ve tanrısı yerine insan…

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"