20 Aralık 2012

Sade vatandaş gözünde Ergenekon

Ergenekon meselesini ağırlıklı olarak bir dava ve aktörleri üzerinden konuşuyoruz

Ergenekon meselesini ağırlıklı olarak bir dava ve aktörleri üzerinden konuşuyoruz. Ergenekon davası ve etrafındaki tartışmalar aynı zamanda toplumda derinleşerek gelişmekte olan siyasal kutuplaşmanın en önemli göstergelerinden birisi. Elbette bu tartışma hem kutuplaşmanın dinamiklerinden hem de sonuçlarından birisi.

Önce KONDA barometrelerinden bulguları özetleyeyim. Toplumun yüzde 55’i Ergenekon davasını “çetelerle mücadele” olarak görürken, yüzde 45’i de bu dava aracılığıyla “hükümetin muhaliflerini cezalandırdığını” düşünüyor.

AK Parti seçmenlerinin yüzde 87’si davayı çetelerle mücadele olarak görürken, CHP seçmeninin yüzde 83’ü ve MHP seçmeninin yüzde 70’i davayı, muhaliflerin cezalandırılması olarak değerlendiriyor.

Benzer bir bulgu da toplumda “askerin gerektiğinde yönetime el koyabilmesi” fikrine tepkilerde gözleniyor. Toplumun yüzde 47’si bu fikre karşı çıkar, yüzde 14’ü nötr bir pozisyon alırken, yüzde 39’u da destekliyor.

O zaman soru şu: Neden bu dava etrafındaki tartışmalarda, neredeyse toplumu ortadan ikiye ayırmış görüntüsü veren farklı pozisyon alış var?

Bu görüntünün arkasında farklı toplumsal, kültürel ve siyasal kümelenmelerin farklı zihin haritaları, duyarlılıkları, korkuları, algıları ve beklentileri var. Ama bunlar kadar dava sürecinin ve davanın yürütülüş biçiminin de etkisi var. Bugün ortaya çıkan neredeyse eşit büyüklükte iki büyük toplumsal küme hâli de devletçi ve vesayetçi zihniyeti aşarak, demokratik toplum olabilmenin önündeki en önemli zihnî ve siyasal engel olarak görünüyor.

Devletçi ve vesayetçi bakış özü itibariyle “vatandaşa ve vatandaşın seçtiği sivil siyasetçilere güvensizlikten” besleniyor. Devletin ve toplumun bekasını, neyin doğru olduğunu, ne olması gerektiğini onlar biliyor. Bu zihniyet ve ürettiği vesayet yalnızca askerden ibaret değil. Askeri ve siviliyle bürokrasi kadar siyaset, medya, sermaye içinde de önemli büyüklüklerdeki destekçileriyle kendi başına bir ekosistemden söz ediyoruz. Özü itibariyle de darbeler tarihimiz topluma ve sade vatandaşa ayar verme, kendilerince devletin ve toplumun bekasının gereklerine göre belli bir strateji, politikalar, rol paylaşımı içinde ve aktörlerin hiyerarşisi içinde gerçekleştirilmiş darbelerle dolu.

Son yirmi yılın küresel ve iç dinamiklerinin yanı sıra gündelik hayatın değişen ritmi ve aktörleri ile beraber bu ekosistem de çatladı ve değişmeye başladı. Eskiden olduğu kadar politikalar ve yöntemler üzerinde aktörleri arasında bir mutabakat oluşamayınca da yeni hayatın ritmine uygun arayışlar gelişti. Aktörlerin arasından bazıları ise doğrudan kendi bildik usulleriyle darbe için ekosistemden ayrılarak kendi örgütlenmelerini kurdu, planlarını yaptı, hamlelere başladı.

Dolayısıyla bir yandan yargılanması gereken suç olan eylemler ve örgütlenmeler, bir yandan da mücadele edilmesi gereken zihniyeti konuşuyoruz.

Zihniyetle mücadele mahkeme salonlarından çıkamazdı, nitekim çıkamayacağını da bugün görüyoruz. Zihniyetle mücadele için siyaset ve toplumsal zeminde, hukuktan eğitime kadar birçok seviyede ve alanda yapılması gereken kurum ve kural değişikliklerine ihtiyaç var. Var olan eğitim sistemiyle oluşturulan devlet algısıyla mücadele kişiler üzerinden değil, eğitimin içeriğinde, yasaların arkasındaki vatandaşı denetlemeyi esas almış zihniyette değişikliklerle beraber yürütülürse zihnî dönüşüm sağlanabilir. Ya da siyaset demokratikleştirilerek, yönetim sistemi merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe dönüştürülerek ve bu dönüşümlerin kalıcı kurum ve kuralları üretilerek siyasetin, toplumun ve hayatın demokratikleşmesi sağlanabilir.

Bu nedenle eğer davalar doğrudan suçlulara yönelik olsaydı, parlamentoda şimdiki darbe ve benzeri komisyonlar işin başında kurulmuş olsa ve siyasi hesaplaşma da siyaset zeminine çekilmiş olsaydı bugün başka bir siyasi iklim konuşuyor olabilirdik. Hâlbuki davalar suç işleyenlerle zihniyet sahiplerini aynı torbaya doldurdu. Suç ve zihniyet ayrımı yapılamadığı için, suçlu olduğu için orada olanların yeni bir savunma hattı oluşturmasına imkân sağlanmış oldu. Doğrudan darbe planı yapmış ve bu çerçevede somut eyleme geçmiş, psikolojik harbe dâhil olmuş olanlar, davayı eleştirenlerin bile inkâr edemeyecekleri eylemlerini gündemden düşürüp, meseleyi bir siyasi kavgaya çevirme fırsatı bulmuş oldular.

Bu nedenle, dava nasıl biterse bitsin, hâlâ kurum ve kurallarıyla devletin demokratikleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması gerçekleştirilemediği için, eğitimden hukuka arkadaki zihniyetin değişimi için gerekli değişiklikler yapılamadığı için, toplumun önüne bir siyasi vizyon olarak demokratikleşme sunulamadığı için, bu davalar yarın sabaha dair yeni bir uzlaşma ve umut fırsatı yaratamadığı gibi kutuplaşmanın aracı olmuş oldu.

(Taraf - 20 Aralık 2012)

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"