22 Kasım 2010

Marka olmuş sorunlar

Marka, bir ürün ya da bir grup satıcının malları ya da hizmetlerini belirlemeye, tanımlamaya ve rakiplerin...

Marka, bir ürün ya da bir grup satıcının malları ya da hizmetlerini belirlemeye, tanımlamaya ve rakiplerin mal ve hizmetlerinden farklılaştırmaya, ayırt etmeye yarayan isim, terim, işaret, sembol, müzik, şekil ya da tüm bunlarım bileşimidir. Marka tüketicilerin dikkatlerini çekmek ve tüketicinin ürünü tekrar tanımasını sağlamaktadır. 
Marka geniş bir terimdir. Marka ne yalnızca marka simgesidir ne de yalnızca markanın adıdır. Marka, kendisini oluşturan tüm unsurların bileşkesinin algılama sürecinden geçmesiyle oluşan bir sonuçtur. Aynı zamanda markanın arkasında bir felsefe, bir görüş ve bir strateji vardır.
Güçlü bir marka oluşturabilmek için önce bir marka kimliği oluşturmak, markanın soyut ve somut özelliklerini yani anlamını oluşturmak, tüketicilerin markayı arzulamalarını sağlamak ve markanız ile tüketici arasında bir aidiyet ve bağlılık ilişkisi kurmak gerekir. Marka tutarlılık ve süreklilik demektir.
Marka oluşturabilmenin yolu, oluşturduğunuz kimliğin ve o kimliğe yüklediğiniz değerlerin geçerliliğini sürdürebilmeniz, bütün bu çabalarda tutarlı olmanız ve iletişimi sürekli kılmanız gerekir. 
Ve tabi ki markalaşma ancak müşteri markaya sahip çıkınca gerçekleşir.


Marka tutarlılık ve süreklilik demektir


Çoğu okurun bildiği marka ile ilgili bu kısa özeti şunun için yaptım: Ülkenin bazı siyasi sorunları ve bazı tartışma alanları var ki, artık bu sorun ve alanların da birer marka olduğunu söyleyebiliriz.
Bu tanımlamayı ilk kez iki yıl önce Bilgi Üniversitesinden Prof. Dr. Arus Yumul ceza yasasındaki meşhur 301. Madde tartışmalarıyla ilgili yapmıştı. Bir hafta önce Cumhurbaşkanı türbanla ilgili bir soruya “bıktık” cevabı verince anımsadım. Düşününce, yalnızca 301. Madde sorunu değil birçok meselenin markalaştığını fark ediyor insan.
Seksen yıldır süren Kürt meselesi, yine seksen yıldır süren irtica tartışmaları, elli yıldır süren Kıbrıs meselesi, kırk yıldır süren yeni Anayasa meselesi, yirmi yıldır süren türban yasakları kanımca artık birer marka. 
Ve bazı zihniyet meseleleri var ki, artık o zihniyet ve algı kalıpları da birer marka. Devletin bekası, önce devlet, ülke batıya mı dönük doğuya mı, solda bölünme ve solda birleşme tartışmaları ve daha birçok zihniyet ve algı kalıbı. 
Korkularımızda bile markalaşanlar var: bölünme, irtica, darbe.
Tüm bu markalaşan sorunlar, zihniyetler, algılar, korkular ve tartışmaların içeriği yıllar geçse de değişmiyor. Çözülmüyorlar ya da aşılmıyorlar da.
Etrafımızdaki dünya değişirken, gündelik hayat değişirken, ülke ve toplum değişirken siyasi zemindeki artık bu marka olmuş sorun ve tartışmalar değişmiyor. Bakın ekranlara, okuyun köşe yazılarını, neredeyse aynı kişiler, uzmanlar, köşeciler, yorumcular aynı meselelere, aynı bakış açıları ve aynı pozisyonlarıyla, laf söylemeye devam ediyorlar. 
Artık o kalemler ve diller de o markanın birer unsuru haline gelmişler.


Yeni bir marka yaratmanın zamanıdır 


Tüm bu meseleleri, o markalaşmış meselenin unsuru haline gelmiş kişiler, yöntemler, söylemler, algılar ve zihniyetlerle çözemeyiz. Çünkü tüm bu unsurlar o markanın unsurları ve varlıkları da o markanın var olmasına bağımlı. 
Bu markalamış meselelerden beslenen silahşorlar, varoluşlar, diller, zihniyetler ile değil yarından, yeni bir “biz tahayyülünden”, yeni bir ütopyadan, yeni bir iddiadan beslenen siyasetler, diller, yöntemler ile bu sorunlardan kurtulabiliriz. Yeni siyasetin, yeni siyaset tarzının ve yeni, genç insanların tam zamanıdır.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"