24 Eylül 2009

Kürt sorununu tanımlamak - 2

Artık “yönetim” değil “yönetişim” gibi bir başka kavram kullanıyoruz.

Bu yönetim düzeniyle nereye kadar?

Çok önemsediğim ve sık sık yazarak dikkat çekmeye çalıştığım konulardan birisi yaşadığımız dönemin sanayi toplumu üzerine gelişmiş biliminin, teorilerinin, modellerinin değişmekte olduğu. Çünkü bu teori ve modeller günümüzün hızlanan gündelik hayat ritmini, karmaşıklığı, belirsizlik ve bilinmezlik halini, çok boyutlu-çok aktörlü-çok eksenli meselelerini açıklanmaya yetmiyor. Bilimin bizatihi kendisi de değişiyor.

Bu değişimin en yoğun yaşandığı alanlardan biri de yönetim ve örgütlenme teori ve modelleri. Eski bildiğimiz yönetim ve örgüt teorileri ve bu teorilerin ürettiği hiyerarşi-yetki-sorumluluk-karar alma süreçleri gibi tüm alt modellerde de esaslı değişiklikler yaşanıyor.

Yurttaşın beyanına itibar etmek

Artık “yönetim” değil “yönetişim” gibi bir başka kavram kullanıyoruz. Yönetişim kavramı, yönetim kavramında çok da olmayan, hesap verebilirlik-şeffaflık-katılımcılık-karşılıklılık gibi yeniçağa ve düşünce sistematiğimize uygun kavramlara ve unsurlara vurgu yapıyor. Kamu yönetiminde yönetişim kavramıyla sivil toplumun önemine, katılımcılığına ağırlık veriyor. Kamu ve yerel yönetimlerde, yurttaşın kendini ilgilendiren her bir karar sürecine katılabilmesini, şeffaflığı, hesap verebilirliği öne çıkarıyor. Bunun da doğal olarak bir ön kabulü var: Her bir yurttaşın kendi kararlarını verebilecek, kendini ilgilendiren meseleler ve kararlara katılabilecek bilgi birikiminde ve yetkinliğinde olduğunu, bu katılımın her bir yurttaşın hakkı olduğunu kabul etmek. Kısaca yurttaşın beyanına itibar etmek.

Bizde devlet ve yönetim mekanizmaları tasarlanırken devletin öncülüğü esas alındığından kamu yönetiminde karar alma süreçleri merkezi mantığa göre kurgulandı. Yerel hizmetler ise il-ilçe gibi idari bölümlenmelere göre tasarlandı. Bu bölümlenmeler o günün koşulları içinde doğal coğrafi sınırlar yanı sıra aralarındaki sosyal, kültürel ve ticari ilişkiler dikkate alınarak yapıldı. Dolayısıyla bir birinden çok farklı sayıda nüfus ve farklı büyüklükte coğrafi sınırlar oluştu. Bu farklılığın çok da önemi yoktu, nasıl olsa kararları merkezde alanların etkinliği, gerekli adaleti ve dikkati gösterecekleri varsayıldı. Bu mantık çeşitli kereler sınır ve yeni il-ilçe düzeltmeleri yapılsa da aynen sürdürülüyor.

Kent tanımı dağişti, sorunlar farklılaştı

Fakat bu gün kent tanımı, planlama anlayışı bile değişti. Örneğin,İstanbul’u sizce Tekirdağ’dan Sakarya’ya tüm coğrafyayı dikkate almadan planlayabilmek sizce mümkün mü? Melen çayının suyunu İstanbul’un su sorunu çözüyoruz diyerek taşırken o suyun geçtiği coğrafyanın insanlarının talep ve duyarlılıklarını dikkate almadan iş yapabilmek gerçekçi mi? Konya ovasının kuraklık sorununu tartışmak, Aksaray-Nevşehir-Niğde-Karaman’ın geleceklerini dikkate almadan yapılabilir mi?

Bir başka alandan örnek vererek düşünmeye devam edelim. İl Ziraat Müdürlüklerine ziraat mühendisleri tayin ediyorsunuz. Hepsi aynı eğitimleri almış mühendisler. Ama Rize’de olanın çayı, Konya’da olanın buğdayı daha iyi bilmesi gerekmiyor mu? Kars’a giden veterinerin büyükbaş hayvancılığında uzman olması gerekirken Balıkesir’e gönderdiğinizin kümes hayvancılığı konusunda yetkin olmasını beklemeyecek miyiz?

Yönetimi yeniden yapılandırmak

Demem o ki, bu farklılıkları yalnızca yerinden yönetebilirsiniz. Yani yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak, onların kendi bölgelerinde kendi ihtiyaçlarına göre yeni standartlar, kurallar oluşturmalarını sağlayacak sistematiği kurmak, sorun odaklı olmak üzere aralarında işbirlikleri, ortak kararlar üretebilmelerinin önünü açmak gerekiyor.

Bu ise yalnızca yerel yönetimlerin yetkilerini artırmaktan da ötede bir reform ihtiyacına işaret ediyor. Bu ülkenin yönetim düzeninin nüfus büyüklüklerine göre il-ilçe tanımlarının yenilenmesinden başlayarak, baştan aşağıya yeniden kurgulanmasının kaçınılmazlığını gösteriyor. Bunu yaparken temel ilke, yurttaşların kendilerini ilgilendiren her türlü karara katılabilmeleri hakkını kabul etmek. Yani katılımcı demokrasinin mahalle meclislerinden başlayarak baştan aşağıya kurgulanması demek.

Korkularımız en büyük engel

Sizce bütün bunlar devlet katında, bürokrasi koridorlarında bilinmiyor olabilir mi? Niçin yapılamıyor? Çünkü bu ülkenin böylesi yetkileri yerellere dağıtması aynı zamanda Kürt yurttaşların çoğunlukta olduğu bölgelere de bu yetkilerin verilmesi demek. İşte bu korku ve paranoya her türlü yönetim reformunun önündeki en büyük engel olarak ortada duruyor.

Türkiye’nin yönetim düzenini, il sınırlarından mahalle sınırlarına kadar, il meclislerinden mahalle meclislerine kadar baştan aşağıya yeniden yapılandırılması gerekliliği açık. Bu yönetim reformu Kürt sorunun da, ülkenin tüm yurttaşlarının sorunlarının da önemli bir parçasına cevap üretmenin anahtarı aynı zamanda. Doğal olarak temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye dönüşümün de birinci ön şartı. Bunun yolu ise yeni bir anayasa yapmaktan geçiyor. Bu ülkenin yeni bir anayasa ihtiyacının yalnızca değişmez ilkeler veya yalnızca vatandaşlık tanımı tartışmalarına kilitlenmesi ve veya bölünme ya da şeriat korkularına rehin edilmesi kadar yazık! En azından şunu fark edebilir miyiz acaba, aslında başkalarından esirgediğimiz haklar aynı zamanda kendimizden de esirgediklerimiz ve biz bunu rızamızla yapıyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"