Gözlerimizin önünde toplumsal “biz tahayyülü” parçalanıyor. Herkes, “biz” derken bazılarını saymıyor. “Biz” denen şey aslında “bizimkiler” anlamına geliyor.
Bu noktaya yalnızca son dört-beş haftada gelmedik. Son on yılda gele, gele, geldiğimiz yer burası.
Önce endişeli modernlerin, laikçilerin, Ergenekoncuların toplumun duygularını eğip, bükme çabaları. Sonra hükümetin çabaları. Şimdi de cemaatin çabaları. Herkes kendi yaptıklarına diğerinin yaptıkları üzerinden bir gerekçelendirme üretiyor.
Siyaset yalnızca oy oranına indirgeniyor. Siyaset yalnızca hükümetin yaptıkları ya da yapamadıkları üzerinden biçimlendiriliyor.
“Bizimkilerden” hangisi daha büyük kütleyse, kuralları onun koyduğu bir oyun haline çevrildi siyasi alan. Diğerleri içinse siyaset, yalnızca itirazlar ya da manipülasyonlar, korkutmalar, şantajlar.
Farklı kimliklerimizin, aidiyetlerimizin, hayat tarzlarımızın, ihtiyaç ve taleplerimizin karşılaşacağı, ilişki ve iletişim üreteceği, müzakere edeceği, uzlaşmalar ve değişimler üreteceği, ortak hayatımızın kurallarının oluşacağı alan olmaktan çıkardık siyaseti.
Seçilenler de atananlar da devlet aygıtının dizginlerinin tek sahibi olmak, merkeziyetçiliğin var olan olağanüstü gücünü kullanmak, keyfiyetçiliğin kolaycılığına saplanmak, toplumu ve hayatı tektipleştirici devlet kodlarını yeniden üretmek peşinde.
Eksikleriyle, hatalarıyla da olsa bir yanda açılım süreci, demokratikleşme paketleri öte yanda hukuku yerle yeksan eden, kısıtlama ve yasakları çoğaltıcı, her hak talebini polis gücüyle, biber gazıyla bastıran hamleler.
Siyasi alanı koruyacak araçlar, alanlar daralıyor bir yandan, hukuki kısıtlar artırılıyor öte yandan.
Sade vatandaş hanesinin dirliği, düzenliği, güvenliği peşinde. Sade vatandaş sessizce seyrediyor olan biteni. Toplumsal bellek kaydediyor her şeyi.
Siyasi alanı kim savunacak? Devletin ezici, yok edici gücü karşısında sade bireyi kim koruyacak? Ortak hayat alanlarımız nasıl gelişecek? “Biz” duygusu nasıl çoğalacak?
Sivil toplum, aydınlar, üniversiteler ve medya tabi ki. Ama sorun şu ki bu aktörlerin hepsi varolan kutuplaşmanın aracı, çoğaltıcısı olmuş durumda. Sözün hükmü buralarda bile kalmadı. Önce yandaş veya karşıt pozisyonunu ilan etmen, yalnızca alkışlaman ya da yuh çekmen isteniyor.
Bu alanların içinde aktif olma, söz söyleme fırsatı bulanlar için tuzaklarla dolu etraf. Bir yandan sorumluluğu olmayan vatandaşlarız, öte yandan yaşanan savrulma ve çözülme içinde boğulmaya yüz tutmuş bir alanın sözde savunucularıyız.
İlkeleri, siyaseti, hukuku, ortak alanı savunmak, evrensel doğruları söylemek ya bir tarafın “günün geçerli siyasetini bilmemek” etiketini, ya da öbür tarafın “dengecilik” etiketini yemenizi getiriyor. Bir manevi linç kültürü esir aldı dilimizi, aklımızı, gönlümüzü.
Kısa süre öncesine kadar, özellikle yeni anayasa sürecinde farklı siyasi geleneklerden gelenlerin bir arada olduğu denemelerimiz, deneyimlerimiz oldu sivil toplumda, üniversitelerde. Tüm farklı ideolojilerimize, deneyimlerimize, ezberlerimize karşın bu platformlar bir işlev de gördü. Herkes en azından başlangıçta birbirinin farklılığını kabul ediyordu. Bugünden bakınca meğer etkileşim eksikmiş. Herkes yan yanaymış ama o sürecin sonuna gelindiğinde kimse değişmeden ilk günkü yerindeymiş.
Ama sorun şu ki bugün yan yana bile değiliz artık. Yeni anayasa sürecini yalnızca Anayasa Uzlaşma Komisyonunun değil sivil toplumun ve üniversitelerin de doğru kullanamadığı bugün daha iyi anlaşılıyor. Gerçek etkileşimler, iletişimler kuramamışız. Bir araya gelişler renk çeşitliliği olsun diye yalnızca biçimsel ve araçsalmış meğer.
Halbuki şimdi bu yıkım günlerini “yaratıcı yıkıma” çevirmek, doğru dinamiklerin gelişmesine katkı sağlamak elimizde. Daha iyi bir geleceği bu denli kırıcı, yaralayıcı, parçalayıcı, yok edici süreçlerden geçmeden kurabilmek mümkün.
Ortak zeminler, platformlar, işbirliği alanları aramanın, geliştirmenin önemini şimdi daha iyi anlıyoruz. Ama önce gelin yaşananların toplumun, sade bireyin, hepimizin zihin dünyasını nasıl etkilediğini, kutuplaştırdığını, gettolaştırdığını, ıssızlaştırdığını görelim önce. Aynı günleri yaşıyoruz ama aynı deneyimleri değil. Aynı günleri yaşıyoruz ama iç içe değil. Hatta yan yana bile değil artık.
Yalnızca hükümet ve partiler değil, sivil toplumda, medyada, üniversitelerde söz söyleme fırsatı olan hepimizin, herkesin bir kez daha düşünmesi gerek: Yarın sabah uyanmak istediğimiz, kendimizi içinde var hissedeceğimiz hayat nasıl bir hayat?