04 Mayıs 2009

Hayatı dizilerden mi öğreniyoruz?

Televizyon karşısına geçildiğinde haberler ve diziler şu anda en yoğun izlenenler.

Bir TV söyleşisinde tiyatrocu Şevket Çoruh, “Hayatı dizilerden öğreniyoruz” diyordu.
Televizyon dizileri son yılların önemli bir fenomeni halinde. Bir kesim, “dizilerle halkın uyutulduğunu, uyuşturulduğunu” söylüyor ve izlemediğini iddia ediyor. Öte yandan da haftada sekiz ya da on diziyi kaçırmadan izlediğini söyleyenler var.
Yalnızca dizilerin etkisiyle değil, günümüz gündelik hayatının ritmi içinde çoğalmakta olan iletişimsizlik, karmaşıklık meselelerinde, hayata daha dolaylı katıldığımız açık. Günümüzün çok aktörlü, çok boyutlu, çok eksenli ve de alıştığımız ritminden çok daha hızlı ve o oranda da riskleri ve tehlikeleri olan gündelik hayatının içinde hepimiz giderek daha pasif bir hayat biçimine dönüyoruz.
Bu pasif hayat biçiminde bize düşen yalnızca izlemek, hayata katılmak değil.
Bu cümle okuyucuyu rahatsız edebilir fakat bir an düşünün: Herkesin bilgisayar dosyalarında başkalarınca yazılmış şiirler, mektuplar, sunuşlar var. Aşkımızı, flörtümüzü bile başkalarının hazırladığı Powerpoint dosyaları ileterek yaşıyoruz. Sanal gruplarda, en netameli siyasi tartışmalarda bile bilgisayar belleğindeki hazır bir yazıyı gönderip tartışmaya noktayı koyuyoruz.
Meselenin bu kısmı ayrıca uzun uzun yazmaya değer. Dizi meselesine dönersek... Sorunun özü dizilerde değil, televizyonun hayatımızdaki yerinde. Televizyon karşısına geçildiğinde de haberler ve diziler şu anda en yoğun izlenenler. Fakat arz mı talebi doğuruyor, yoksa talep mi arzı, o kısmı tartışılır!
Benim burada değinmek istediğim, dizlerlerden sade vatandaşların ne kadar etkilendiği. Ya da başka türlü sorarsak, sade vatandaşın kendi gerçekliğinin dizilerdeki sanal gerçeklikten ne kadar etkilenip etkilenmediği meselesi.
Görsel medya üzerine yaptığımız bir araştırmanın sorularından birisi, “TV’de en çok etkilendiğiniz, beğendiğiniz, yerinde olmak istediğiniz ilk üç TV kahramanı hangileridir?” biçimindeydi. Soruda gördüğünüz gibi sanal veya gerçek, oyuncu veya sunucu ya da politikacı bir ayrım yoktu.
Bu soruya verilen cevaplarda tam 812 farklı yanıt vardı. En yüksek oranda söylenen kişi, yalnızca % 10 oranında söylenmişti. Sıralamada üçüncü yüksek oranda söylenen kişinin söylenme oranı % 5’e düşüyordu. İlk on kişi sıralamasında onuncu kişide söylenme oranı % 2’e düşmüştü.
Bu rakamların söylediği ilk şey, son yıl içinde toplumun çok önemli orandaki bir kesiminin idolü halinde olan tek bir TV kişiliğinin olmadığıdır. Bu kadar haber ve tartışma programı, dizi ve eğlence programları furyasından sonra ne haberci ne sanatçı ne sporcu ne de yorumcu olarak toplumda genel kabul görmüş bir kişilik ve karakter yoktur.
Araştırmada söylenen ilk on TV kişiliği listesine bakıldığında, listede bir tek sanal dizi karakteri de yoktur. Hatta ilk yirmi içinde bir tane sanal dizi karakteri vardır, onun da söylenme oranı % 2’dir.
İlk on karakterin üçü haberci, üçü sanatçı, iki yarışma sunucusu, bir talk show’cu ve yalnızca bir dizi oyuncusu vardır; o da dizideki karakteriyle değil, gerçek adıyla söylenmiştir.
Bu kadarı bile bize şunu söylemektedir. Sade vatandaş, seyrettiğinin kurgu olduğunun, televizyonu kapatınca kendi gerçekliğiyle baş başa olacağının bilincindedir. Medyanın doğal etkileme gücünün elbette farkındayım. Ama bu etkileşim varsayıldığı kadar uyuma, uyutulma doğrultusunda değil, daha karmaşık bir öğrenme, etkilenme sistematiğinde çalışmaktadır.
Örneğin, “Kadınlarda İnsan Hakları Farkındalığı ve Davranışları Araştırsı”nın bulgularından birisi, haklarını nereden edindikleri sorulduğunda, kadınların yalnızca % 4’ü okuldan, % 11’i kitaplardan derken, % 69’u medyadan demiştir. Bu nedenle, genellikle küçümsemeci bir dille konuştuğumuz kadın programlarının bile bir başka işlevi ve sonucu da vardır. Elbette bunun yanı sıra kalite sorununu unutmamak lazım!
Bu nedenle, diziler meselesinde ve hatta genel olarak medya ve TV meselesinde iyi - kötü kolaycılığına kapılmadan düşünmeli ve konuşmalıyız.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"