07 Ekim 2010

Çift dilli eğitim

Son üç yazıdır anadilde eğitim meselesine dair düşünce eksersizi yapıyorum okurla beraber.

Son üç yazıdır anadilde eğitim meselesine dair düşünce eksersizi yapıyorum okurla beraber. Bu noktada belki de Kürt meselesi içindeki dil problematikine dair kendi kullandığım iki tanımı yinelemekte fayda var.
Çift dillilikten kastettiğim şey, bireyin iki farklı dilden kendini ve meramını anlatabilir olması, diğerleriyle iletişim kurabilmesidir. Yani her iki dilin de gramerini, kelimelerini biliyor olmak değil, bunları kullanabilir becerileri edinmiş olmasıdır. Bu becerilerini de hiçbir kısıtlama olmaksızın (resmi dil meselesi hariç) kullanabileceği yasal, toplumsal ve zihinsel iklimin var olması, bu iklimin devletçe korunuyor ve kollanıyor olmasıdır.
İkinci tanımım ya da benim anladığım şey olarak şunu söylemeliyim ki, dil ve eğitim meseleleri bugünkü Kürt meselesinin kaynağı değil sonucudur. Yani karşımızdaki eğitim ve dil problemi, toplumda ve devlette var olan güç ilişkilerinin sonucu ve türevi olarak uzun süre yok sayılmış, ihmal edilmiş bir halkın bu yok sayılmanın sonucu olarak yaşamakta olduğu insan hakları ve kültürel sorunlardır. Bu nedenden yalnızca eğitim meselesinde bazı şeyleri yapmak kendi başına Kürt meselesinin çözümü değildir. Fakat aynı zamanda da ulaşılacak çözüm ve toplumsal barışın ihmal edilemeyecek bir boyutudur.
Çift dilli eğitim konusunda Türkiye’nin engin bir deneyim birikimi var aslında. Yabancı dilden okullar ve bu okullara çocuklarımızı gönderebilmek için toplumca harcanan çabalar, harcanan paralar ve bu amaçla oluşan devasa bir ekonomi.
İkinci bir deneyim alanımız var, hakkında az konuştuğumuz. Lozan anlaşmasıyla “azınlıklar” olarak tanımlanan gruplara aslında “gayrimüslimler” için iki dilli eğitim hakkı ve bu hakkın kullanımı için kurulan okullar. Maddi koşulları ve içerik sorunları gibi birçok sorunlarına karşın uygulanmakta olan ve çokça kaygılanıldığı dillendirilen, üniter devleti bozup parçaladığı söylenemeyecek bir deneyim var ortada. Bu okulların varlığı ne Türkiye’nin üniter devletini parçalamış ne de güvenlik sorunu, bölünme sorunları doğurmuştur.
Bir diğer nokta, bizim ülkemizde eğitim bildiğimiz bireylerin ve toplumların varoluşlarındaki klasik rolün dışında bir işlev görmektedir. Ailelerin, bir önceki kuşağın daha iyi hayat koşullarına ve refaha ulaşmaları hala ağırlıklı olarak kendi başarılarından çok, çocuklarının başarıları üzerinden olmaktadır. Örneğin benim ilkokul mezunu terzi babamın daha iyi hayata ulaşması kasabadaki dikeceği elbise adetini artırmasından değil, benim dönüp O’na el uzatmamla, yani benim başarılı olmamla mümkündür. O nedenle, bu toplumdaki bireysel hayatlara dair en kuvvetli korku “çocuğunu istediği eğitimi alamamasıdır”. Bu noktadan bakınca, anadilleri dışında eğitime zorlanan iki milyondan fazla aile yalnızca hak mahrumiyetine değil, geleceklerine konan ipoteğe de mahkum duruma gelmektedirler.
Çift dilli eğitimin teknik gerekleri, modellemesi tartışmaları ayrı bir boyuttur ve yukarıda değindiğim gibi bu konuda yeterince birikim dünyada da, bizde de vardır. Uzmanlığım olmayan bu detay hakkında fazla şey söylemeye haddimin olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle meseleye hak ve vicdan ve adalet üzerinden bakmaya çalışıyorum. Kürt sorununun çözümü için Kürtlerin kendi dillerinde eğitim hakkı kabul edilmelidir.

KONDA Barometresi araştırma dizisinden bir bulgu ile bitireyim. Türklerin yarıdan fazlası Kürtlerin kendi dillerinden eğitim hakkına karşı çıkarken Kürtlerin beşte dördü Kürt meselesinin çözüm politikaları arasında eğitim hakkına da görmektedir. Görüldüğü gibi Kürtlerin kendi dillerini öğrenmelerine, kültürlerinin gelişimi için devletin destek olmasına dair olumlu tutuma kıyasla bu konuda olumsuz bir tutum gözlenmektedir.
Bunu aşmanın yolu çift dilli eğitimin üniter devleti zayıflatacağı, bölünmenin başlangıç olacağı gibi yanlış algıların ve bu algılardan kaynaklanan tutumların dönüştürülmesidir. Bu nedenle ve bu amaçla da tartışmaların ezberler üzerinden değil, daha bilgi temelli, daha vicdan ve adalet diliyle yapılması yararlı olacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"