15 Mayıs 2022

Peri Kızı Af Buyrun!

Tanrıya en yakın insanlar çocuklardır. Bu adam çocukluğunun gözleriyle ne gördüyse onu anlatmış, büyük büyük

Simsiyah bir kapağın üstünde geometri ile hançerlenmiş dalgın ve çok güzel gözleri yere bakan bir heykel. Gözün gördüğü her şey bir hikâyedir. Çünkü gözün ezberi ellerin, ayakların, aklın ezberine benzemez. Gözler hem görür, hem duyar ama hiç söylemez. Gözlerin bildiğini akıl bilmez. Bakıştan bir sestir gözler, bakarak söyler ve seyreder. Gözlerin duyulmaz seslerden bir alfabesi vardır. Her hikâyenin içinde mayasını acıdan alan insanlar, nesneler vardır. Bu bazen bir oğul, bir anne... Bazen bir oğulun kendini astığı bir kemerdir. Ve en büyük ve en kusursuz mutluluk bile varlığını bu acıya borçludur. İşte bu kapağın üzerindeki heykelin gözlerinde böyle bir hikâye var. Hiç şüphem yok, insanın gözleri ne güzel icattır ki, o gözlerin de kendi hikâyesi vardır. Hep söylerim, hayatımı insanlarla aramızdaki bu mesafeye borçluyumdur. Asıl mesafe, aslında insanın kendi kendine olan mesafesidir. Peri Kızı Af Buyrun, işte bu yakın uzaklığın içinde bir uzun hikâye. İçinde ışık, ışık, ışık! Işık, aydınlatılmış karanlıktır. Bu kara toplum için kara kaplı bir kitaptır.

Peri Kızı Af Buyrun, sanki ruhu taştan, kalbi buzdan insanlara şimdiye kadar hiç anlatılmamış şeyler anlatır gibi yazılmıştır. Her toplumda yeni kuşaklara eski kuşaklardan sözle, yazıyla, davranışla geçen değerler vardır. Bu yenidünyada bu değerlerin bir değeri yok tabii. Çünkü insanın insanı dışarıda bırakma çabası cinayetten başka bir şey değildir. Bir kapının arkasında, bir çatının altında herkes herkesi sorgusuz sualsiz sevebilirdi. Herkes herkesi olduğu gibi kabul edebilirdi. Bu dünya da bir hikâye ya, boş değil! Suya baktığında, görünce siluetini yapayalnız, canı çok sıkılmış bir Tanrı'nın eseri. Kim bilir Tanrı da ne tuhaf bir çocuktu ki, ne denli dışlandı da başka çocuklar gibi bu dünyayı kendine has bir masal diyarı gibi yarattı, kafasının içinde ve sıkılıp onunla oynamaktan bıraktı bu dünyayı bir kenara bozulsun diye, kendi kendine. Sonra bu dünya insanlarla doldu. Eski bir değirmen gibi döndü, döndü, döndü. Döndükçe uzağa düştü kendinden. Döndükçe uzağa fırlatıp attı herkesi herkesten.

Kitap boyunca kimi öykülerde, ama en çok Bir Kanatsız Kuş İdi'de iplik iplik sökülür gibi oldu içim. Belki ben de onlardan biri olduğum için. Dili olsa da konuşsa nesneler, bir kemer bir insanı nasıl boğar, söyleseler. Biz çok derin, çok duyarlı entelektüeller (güya!), feministler, insan hakları savunucuları. Hayır, hayır. Hiçbirimiz, şimdiye kadar böyle bir kitap yazamadık. Yazılanların çoğunu da göz ardı ettik. Arkasında durmadık, savunmadık. Böyle bir dil, böyle bir üslup, böyle bir yaklaşım sergilemedik. Naralar attık, kendimizi gösterdik. Hepsi bu. Öyle ciddi, öyle gerçek, öyle içtendi ki, ne acıyı abartmış abanarak, ne de uzağa gitmiş kendinden ve kendine dert meselelerden. Ağzımızda çok kere gevelediğimiz, homurdanır gibi kelimeler; anneler ve kızları, oğullar, eşcinseller, kaideler kaideler... Kurmuşlar insan çiğneyen bir çark, böyle kitaplar beni coşa getirir. Devleti yık ki, insan yaşasın! Diyesim gelir. Biz tekrar ettikçe, anlamını kaybeden şeylere can vermiş Peri Kızı Af Buyrun. Hiç aklıma gelmezdi benim mesela, bir Çalı Süpürgesi'yle bütün geçmişi süpürüp atabileceğim. Bu toplumda bir anneden kızına başka ne kalır ki? Ancak bir Çalı Süpürgesi... Polat Özlüoğlu, bu kitabında durumları ve mekânı anlatırken en çok da, dilin fiziksel diksiyonunu müthiş kullanmış. Dilin fiziksel diksiyonu nedir? Anlatılan durumun, anlatıldığı yerle paralel uyumuna dili uygun kullanma biçimidir. Karakteri kendine has konuşma tarzıyla öne çıkarabilmektir. Karakterin tavrını, itirazını beyan ederken mimiklerini okura gösterebiliyor olmasıdır. 

Her şey her şeyle uyumlu, dengede… Özacıyı, öz şefkatle dindirmekte ve bir öğretici gibi aslında insanın ilk anda hissettiği o en yoğun duygu durumunu bir öğrenme süresine çevirmekte aynı zamanda. Neyi öğrenmek, kime öğretmek? Acının da, acıtanın da okulu gibi bir kitap. Bu adamın yüzünde bir şairin gözleri var. Her şeyi görecek kadar temiz bir kalbi, her şeyi adaletli bir biçimde bir elekten geçiren sözler var. Haklı olmak yerine nazik olmayı tercih etmenin nice güzel bir şey olduğunu öğretiyor. İnsana, gözlerini ve kalbini nasıl kullanması gerektiğini öğretiyor. Bana bunları bir kez daha öğretti mesela. Bir el nasıl tutulur sıkı sıkı ve ne zaman bırakılır, ben bunu öğrendim mesela. Bazı cümlelerin arasında sıkıştım kaldım. Sanki o cümlelerin arasında nereye gideceğini bilemeyen ve gülümseyen bendim. Oysa ben, o heykele benzeyen Peri Kızı olsaydım, bir daha iyileşmezdim, kırıldım üstelik. Paramparça olurdum. Heidegger'e göre, Hiçlik var olmanın bütünlüğünün kökel olumsuzlanmasıdır.

Bu kitapta karşılaştığım, anımsadığım, tanıdığım, yerini hayatımdaki insanlarla doldurmaya çalıştığım hiç kimse hayatımızın dışında, bizden uzakta insanlar değiller. Bazıları annemiz, bazıları kızımız, kardeşimiz. Bazıları babamız, bazıları evladımız. Bazıları biziz, bizzat kendimiz. İnkâr ettiğimiz, gizlediğimiz. Nedense hiçbir zaman böyle bu kadar biz, bu kadar bizden, bu kadar bizim olarak anlatılmamış bize hiçbir şey. Ve biz de hiç söz etmemişiz böyle kendimizden. Oysa Polat Özlüoğlu, teknik bir yana, içsel bakış yaklaşımıyla bir ruhsal atmosfer oluşturmuş. Bunları yazabilmek için bütün bunları yaşamak gerekir sanıyor insan. Oysa insana gözleri sadece yaşasın diye değil, yaşanılanları görsün diye yaratıldı.

Tanrıya en yakın insanlar çocuklardır. Bu adam çocukluğunun gözleriyle ne gördüyse onu anlatmış, büyük büyük. Bazen öyle basit bir cümleyle öyle derin bir şeyi fısıldıyordu ki bana, ağzından kan gelsin, viran ol dünya! Diyesim geliyordu. Hiçbir kitabın içeriğinden bölüm bölüm söz etmem ben. Ne gördüğümü söylersem, duyan kulaklar kör eder gözleri. Gözler bizzat kendileri görsün isterim. Tahtakurularının sardığı masayı, o masanın üzerindekileri ve o odanın içinde olup biten her şeyi. Hem kim bizzat kendi, ellerini tutup teselli etmek istemez ki, az evvel kendini asmış bir oğlun annesini. Bu öykünün bu ilk satırlarında başkalarına doğrulttukları silahları kim olsa yere bırakırdı. Ben öyle yaptım mesela. Bir zamanlar tabanca tutan elime baktım, o satırlardan sonra. Kendimi akmayan bir suya bırakmak bile istedim. Aklıma evlerin iç sesi geldi durmadan. Işığı sönse de, sesi dinmez ya evlerin. Sokakların da ağzı vardır, bazen ne söyleseler insanı üzer.Olsun, ne söylerse söylesin insanlar. Mahalle yanar, biz saçımızı tararız.Her ev bir memlekettir ya, memleket dediğin işte bu beş para etmez dünya. Her fırsatta söylerim, her zaman da söyleyeceğim, yalnız olana acımasız olma! Senden değil diye, kimseyi kuytularda sıkıştırma, kimseye onu öldüresiye kadar vurma. Peri Kızı Af Buyrun der ki: kaldır elini koy göğsünün üstüne, dinle kalbinin sesini ve dünyanın çıkardığı bütün sesleri. Acımasız olma. Ben böyle duydum. Böyle okudum bu kitabı Gülahmet'le tanıştığım ilk andan beri. 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim