Muhtemeldir ya bu bir ihtimal, bu dünyaya bir daha gelirsem belki de Şule Gürbüz olurum. Yazacağım ilk şey de elbette bir şairin hatıratı olurdu. Hiç kimse olmayacaksam bile durup kapısının eşiğinde, elinde bir havlu ustasının terlemiş alnını bekleyen bir çırak olmak isterim. Uzun aralıklarla farklı türlerde ama hep aynı inatçı kültürle yine de birbirine hiç benzemeyen sayıca az ve öz eserler koydu ortaya. O biraz daha fazla metanetli bir Oğuz Atay'dır. Tutunamayanlar'dan bağımsız. İş bu ruh haline bakınca, insan böyle sessiz ve gizemli bir yazarın çocukluğunu merak ediyor doğrusu. Görünen o ki, ne çok yaramaz ne de çok uslu. Belki çok inatçı ve sadece kendi içindeki dünyada çabucak kırılan ve ne kadar büyüse de hep çok ciddi bir çocuk olarak kalmaya kararlı bir yazar. Pek az bilinen bir şair aynı zamanda. Saçları sabırdan, sesi susmaktan, elleri yağmurun gölgesinden yapılmış gibi. Gözlerini parmaklarının ucunda kullanan biri… Şule Gürbüz zamanı onarırken, o sayaca kırıldım, kırıldım diye fısıldayan bir şair. Durağan, usul, ayrıntıcı… Sessiz ve devasa bir iç patlamasıdır. Detaylarda sadece zamanın değil, insanın da onarılması gerektiğini söyleyen bir yazar.
Dünyanın bütün yazlarını bir duvarın gölgesinde sevenlerden
Bunu sen'in ben'in üzerinden yapar. Bu noktada devreye felsefe girer. Çünkü felsefe, insanın bütün çıkmazlarını giderir. Bu felsefi yaklaşım yoğun değil, yüzeysel değil. Coşkuyla Ölmek gibi… Sözün değerini, sözle ifade eder ve insanı hatıralaştıran bir kurguyla sessizliği bir dil gibi kullanır. Her şair gibi Şule Gürbüz de çok iyi sessizce bilir ve için paniğini, dıştaki kabuğun altında ehlileştiren, onu zaman zaman söyleten biridir. Bir taş kule içinde teknolojiyle mesafeli, içeriye akan sesleri sırtı dönük dinleyen bir yazar. Dünyanın bütün yazlarını bir duvarın gölgesinde sevenlerden. Biraz sarı kış, çokça da bahar… İlk dize bazen bir romanı, bazen bir öyküyü, bazen bir uzun hikâyeyi başlatabilir. Şiirde ısrar etmemiş, hiçbir metninde şairaneliğe de düşmemiştir. Ve fakat şiiri metinlerinin temelinden asla söküp atmamıştır. Öyle ya, akıcılıkla şairanelik kıyaslanırsa, şairanelik birden filizlenip patlamadıkça düz bir metinde başarısız çabalar silsilesidir sadece. Metinlerinde olağanüstü sıradan nostaljisi okuru geçmişin genişliğiyle sarıyor. Yalın ve derin bir anlatım okuru nefes nefese boğmadan bir rüyada çığlıksız bir boşluğun içine atıyor. Böylece geniş bir düşün alanı yaratıyor. Varlığın, var olmanın felsefesini kaygısızca işliyor. Bu kaygısızlığı Avrupai mistizmle şarkın gelenekçiliğini pekiştirerek yapıyor. Fakat kanımca, şahsen sanat kavramını ne gelenekle ne de gelecekle bağlantılı tutmuyor. Açıkçası bu onun modernist bir edebiyatçı olduğunu da göstermez. Böylece tek başına hiçbir yere ait olmayan evrensel adımlar atıyor. Kimi metinlerinde nesnelerden ve şey'lerden söz ederken duyun ben'in nesnelerle bağlantılı durumunu, duygu ben'in kendi etkinliğiyle ilgili durumunu göz ardı etmiyor. Varlığı, varlığı için gerekli olana duyulan özlem duygusu etrafında ifadeler çerçevesinde metinlerini karakterize ediyor.
Bu da metinsel ifadelerinin anlatım boyunca sezgisel düşüncenin tersine, önermeden önermeye geçerek aracı önermelerle ya da başka bir deyişle dolaylı çıkarımlar yaparak okurun sonuca ulaşmasını sağlıyor. Böylelikle okuru adım adım savrulmalarla ilerleyen gidimli bir tarzdan insan aklının kavrayamadığı zaman kavramının izafi ve sonsuz sürekliliği ile baş başa bırakıyor. Mutlak zaman kavramını da böylece ortadan kaldırıyor aslında. Şule Gürbüz, bu tarz ve üslubuyla, İnsan her şeyin ölçütüdür tezini bir kez de kendi dil ve anlatım biçimle ortaya koyuyor. Mutlaka belirtmek gerekir ki, yazarın okur kitlesi azımsanacak sayıda bir kitle değil, nevi şahsına münhasır bir kitledir. Doğrulamayı değil, algılamayı bilen bir kitle. Böyle bir kitle yazara hiçbir şey vadetmese de olur. Hem bir yazarı değerlendirirken, kitlesinden önce metinlerinin kütlesine, kuvvetine bakmak daha hakkaniyetli olur. Çünkü estetiği güzelin bilimi haline getiren bir değer yargısı olmasıdır ve değer yargısı kişiseldir. Bütün renkler ve zevkler gibi. Biraz da bu yüzden teknik teferruatlar dışında yapılan kötü eleştirilerin aslında okunup anlaşılmamış kitaplara dair yapıldığını düşündüğümü belirtmek isterim. Ben anlamadım, olmamış demek büyük bir cehalet ve gaddarlıktır.
Biz yazanlar birer pengueniz insanlar arasında insandan çok
1993 yılında Mitos yayın etiketiyle matbu eserler arasında yerini alan şiir kitabı ağrıyınca kar yağıyor benim şiir alışkanlığımın çok dışında bir ilk kitap. Bir doğa betikçiliği ile süslü ve yalnızlık, ölüm ve zaman teması sonraki roman ve anlatılarındaki gibi kültürleşmiş ve sabit temalar. Onda sabitlenememiş tek şey aynı şeylerin her defasında daha farklı duygularla, ifadelerle giderek daha geniş bir zemin oluşturuyor olması. Şiirinde de, romancılığında da, diğer tüm düz metinlerinde de kesinlikle "bir durumu açıklama kaygısı" yok. Ben iyi şiirin nasıl bir şiir olduğunu hiç öğrenemedim. Dolayısıyla da Şule Gürbüz'ün şiiri etrafında ne iyi ne de kötü bir şeyler söyleyebilirim. Fakat şair sıfatına nail oluşuyla ilgili çoğu şair için söylenmemiş pek çok şey söyleyebilirim hakkında. Derinliği felsefi açıdan ifade edişi, durağanın akıcılığı üzerine bir şair bakışı, sezgisi kesinlikle var. Kitaplarındaki anlatımın yoğunluğunu, derinliğini, yaşam ve yazınsal tarzını ölçüt alırsak… Bilirsiniz, şairler normal değildirler. Ve yazarların standartlarını da yazdıkları türlerde oluşturdukları ve kullandıkları dilin biçim ve şekline bakarak bunun ayrımına varabiliriz. Bu dışarıda kalmışlık, bu dip… Suyun yüzünden daha derin, daha güzel. Suyun sesinden çok daha fazla şeyler söyleyen, söyleten. Bizler, yazanlar bir penguen gibiyiz zaten. Penguenler suya girince nasıl görünür? Bir penguen suya girdiği zaman bu dünyanın en zarif, en hızlı, en estetik varlığı olur. Su ile kusursuz uyumludur çünkü. Oysa karaya çıkınca, sersem hayvanlardır penguenler. Karayla uyumsuz, karaya mecbur yine de. Karada kabuk. Karada yara. Şapşal şapşal ve paytak paytak yürürler karaya çıkınca. Biz yazanlar -ne yaptığını gayet iyi bilenler- bu yüzden birer pengueniz insanlar arasında insandan çok.
Oğuz Atay'dan çok daha fazla metanetli, çok daha sabırlı bir tutunamayandır
Şule Gürbüz, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, biraz felsefi ve fıkıh okumalarının ardından ancak anlaşılır bir yazar. Anlam ve imge üzerine hiçbir birikimi, bilgisi olmayan bir okur ya da eleştirmen için sadece can sıkıntısı olabilir. Oysa felsefe, varlık bilgisi, insanın-şey'lerin ve nesnelerin iç bilgisi gibi konularda biraz sezgi ve bilgi sahibi biri için benzeri bulunmaz bir anlatıcıdır. Başkalarının yüzünü gülümseten yüzünün altında kederli ve huzursuz bir kalbin sesiyle yazmıştır sanki Kambur'u. Herhangi birinin uzun yıllar elinde bir saat cımbızıyla bir atölyede nice yıllar başını önündeki masada tutabilmesinin sırrını da içinde taşıyan bir kitap doğrusu. Oğuz Atay'dan çok daha fazla metanetli, çok daha sabırlı bir tutunamayandır. Kurgu üzerine ekstra bir bilgi aktarmak gibi olacak, fakat kurgulandığı belli olan bir kitabın gerçeklikle bir ilgisi olduğunu düşünemiyorum. Ve gerçeklik duygusu kurgunun altında kalınca, orada ne estetik ne sahihlik ne de edebi bir güç bulamıyorum. Şule Gürbüz, kurgu konusunda çabalayan ve bu çabayı metinlerinde, ben burada çok çabaladım, bunu uydurmak için bin taklalar attım, diyen bir yazar kesinlikle değil. Tıpkı Coşkuyla Ölmek ve Zamanın Farkında gibi…
Cioran, Şule Gürbüz yanında çok daha taşkın ve arabesk
Bir filozof olduğunu asla iddia edemem. Fakat istisnai bir entelektüel olduğu gerçeğini reddetmek, bunu kabul etmemek kıskançlık olur. Kimileri için sürekli bir ibretler silsilesi ve nasihatler yumağı gibi gelebilir yahut kendi kendine birden fazla iç sesin önermeler yağmuru altında asıl söylemek istediği şeyi bir türlü söyleyemeyen biri hiç değil. İncelikler halesinin çember çember içten dışa ve dıştan içe hızla dönüşümüdür metinleri. Coşkuyla Ölmek adlı kitabında benim kavradığım yazar ılımlı bir Cioran'dı daha çok. Hatta şunu gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, Cioran, Şule Gürbüz yanında çok daha taşkın ve arabesk. Çünkü Cioran, hiçbir metninde varoluşun mizahını kara da olsa yapmaz. Oysa Gürbüz kurgularında, anlatılarında bunu çokça yapar. Cioran, okurun mutsuzluğunu ikiye katlar. Şule Gürbüz ise, bu kalıcı mutsuzluğu sorgulaması gerektiği gerçeğini ortaya koyar. Bu gerçeklik okura kendi yaşamını, sıradanlığını, evrilme(!) sürecini sorgulamaya ittiği için huzursuzluk verecektir elbette. Biraz da bu yüzden dayanıklılık isteyen metinlerdir Şule Gürbüz metinleri.
Öyle miymiş? Bir bakıma kutsal bir kitap sayılabilir
Zamanı ve ölümü ve yalnızlığı çokça kullanmasına rağmen Dostoyevski ya da bizim Yusuf Atılgan metinlerini hatırlatan, ama onlarla yakından ya da uzaktan hiçbir alakası olmayan kaideleri olan henüz nasıl tanımlayacağımı bilemediğim bir şey söz konusu. Ama ne? Bilmesi gereken her şeyi hatmetmiş birinin, bildiği hiçbir şeyden faydalanamayacağını fark etmiş olmasının farkında olması gibi bir şey. Sınırlandırılmış var olmuş şeylerin dışına çıkmış bir bilinçle yazıyor ve ben bunu nasıl ifade etmem gerektiğini bilemiyorum. Öyle miymiş? Hiç de anlaşılmaz bir kitap değil. Fakat anlatılacak gibi de kolay ifade edilebilir değil aynı zamanda. Kişinin kendi bilinç olgularını gözlemlemesi, okurun kendi bilinç olgularını gözlemlemesini de kendini tanıma isteği kadar insan ruhsallığının gizlerine ulaşma eğilimi ile orantılıyor. Bir paralel evren söz konusu değil elbette, ama bir paralellik üzerinden ilerlediği de gerçek. Neye paralel? Söz ettiği tüm dünyaya, nesnelere, durumlara karşı ve paralel…
Kendi ben'ine yönelmiş tüm dış dünyayı onun üzerine tasavvurlar ve sözler ederken unutmak isteyen bir ruhsal durumu açığa çıkarmış. Ve unutulması gereken her şeyin hatıralaşmasına ilişkin mutsuz bir çabalamanın gergefini işlemiş. Şule Gürbüz'ün alttan alttan intihara meyil halinde ve deliliği öven metinlerini de bu kitabında sıkça görebilirsiniz. Alttan alttan, çünkü ölüm ve yalnızlık temalarını öyle gelişi güzel ve alelade kullanmıyor. Sanki bastırılmış bir duygu durumun içinde sessiz ve kendiliğindenlikle veriyor. Oysa ölümde de ölümün bir çeşidi olarak intiharın da bu dünyada kendiliğinden bir şey olmadığını kendisi de gayet iyi biliyor.
Öyle miymiş? Bir bakıma kutsal bir kitap sayılabilir. İçten içe öyle herkesin vızıldayacağı basit sözlerden ibaret değildir. Şairin halini beyanı var içinde. Tanrının, insanın, nesnelerin, anlaşılmamışların, yanlış anlaşılmışların yokluğun aşkına karşıt olarak var olmanın içinde bulunan, sonucu nedenini aşamayan ya da sonucu nedenine kapalı kalan yazarın okura iç dökmesi var. Şule Gürbüz'ün en çok neye tahammül edemediğini bu kitaptan sonra tahmin etmeye çalıştım doğrusu. Ve dedim ki: kendi kendisidir, kuvvetle muhtemel. Ve buna rağmen benim için geleceğin ilk yüz yazarı arasında birkaç iyi şairden sonra birincidir. Tüme varmak gerekirse, onun metinleri ve sükûneti tıpkı bir arı kovanı gibidir. Ve arıların sesi petekteki baldan ve bu dünyadan daha güzeldir.
Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri 14 yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.
Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş, Sıkıştır! (Sayılı gün Sonsuz Aşk, yakında yayınlanacak son romanıdır.) yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul şehri dışında İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.
|