09 Mayıs 2021

Kemal Varol: Susmanın da kendine has bir estetiği olduğunu göstermek istedim

"Özgürlük duygusu verir mi bilemem ama her dönüş bir hafifleme de verir bir bakıma"

Yazar Kemal Varol'la Kara Sis'i, Âşıklar Bayramı'nı, yazmayı, susmayı, romanı, şiiri, öyküyü ve daha pek çok şeyi konuştuk.  


Kemal Varol, Fotoğraf: Tahsin Baravi 

- Bir bakışla resmedilen dünyanın sesler arasından sıyrıldıkça sessizliğin gürleştiğini görüyoruz kitapta. Kara Sis sessizce bilenlerin, bir bakışla halini arz edenlerin, bir bakışla halden anlayanların romanı mıdır?

Gerçi romanın sonunda öyle olmadığını görüyoruz ama bana kalırsa Kara Sis, sessizliğin içindeki dönüşümün romanıdır. Bu çağda sessiz kalmak sahiden zor. Görüntüler çağı değil sadece içinde yaşadığımız. Artık bir karmaşa halini alan sesler dünyasının içinde de yaşıyoruz aynı zamanda. Kimin ne dediğinin yeterince anlaşılmadığı, herkesin bir başkasını susturmak için sözünü hazırda tuttuğu, bütün seslerin birbirinin içinde kaybolduğu, bir uğultu halini aldığı bir çağ bu aynı zamanda. Herkes her konuda bir şey söylemek için can atarken susmanın da kendine has bir estetiği olduğunu göstermek, susmanın kıymetini göstermek istedim belki de. Burada kastettiğim sineye çekmek, kabullenmek, ürkmek değil elbette. O suskunluktan yeni bir çıkış yolu yaratmak.

- Kitabın sonundan başlamak istiyorum. En son cümlesinden… Zaman artık geriye doğru akıyordu. Kötü şeyleri güzel söylemek ya da bütün olumsuzlukları olumlamak, yeni bir başlangıç için yazılmış bir son cümle etkisi yarattı bende. Kitabın bu son cümlesi, romanı bir hesap gibi kapatmışsınız gibi yorumlayabilir miyiz? Bu son cümle zamansal açıdan bir özgürlük ifadesi midir aslında?

Roman kahramanlarının ikisi için kurduğum bu cümle, zamanın geriye akması, bir telafi imkânı da sunar bana kalırsa. Neyin telafisi? Hataların, suçların, pişmanlıkların telafisi belki de. Özgürlük duygusu verir mi bilemem ama her dönüş bir hafifleme de verir bir bakıma. Çünkü geriye dönerken yüklerinizden, fazlalıklarınızdan, olduğunuz veya olacağınız her şeyden kurtulmak zorundasınızdır. Belki de asıl özgürlük tam da o anda başlar.

- Nietzsche'nin Hınç insanları tabiri geldi kitap boyunca aklıma sık sık. İnsan nereye giderse gitsin hem hikâyesini anlatacak birine ihtiyaç duyuyor hem başkalarının kendi hikâyelerini anlatma ihtiyacına bir kulak oluyor. Bir anlatıcı olarak sizin yarattığınız anlatıcı (Mesut Hoca) karakterin daha önce karşılaştığımız anlatıcı karakterlerden çok daha farklı bir anlatıcılığını ortaya koyma fikrini metne nasıl indirgediniz, bundan biraz söz eder misiniz? Bu romanı yazarken yarattığınız karakterin anlatıcılığına durup kulak verdiniz mi hiç? Bu kulak verişte iç sesinizi mi dinlediniz yoksa karakterin –sizden bağımsızlaşarak- anlattığı şeyleri mi?

Kara Sis'te iki şeyi birden yapmaya çalıştım belki de. Bir yanıyla benim bildik anlatma biçimlerime, daha önce metinlerime sızmış kimi dertlere dair bir hikâye anlatırken bir yandan da okura çok da hissettirmemeye çalışarak anlatmanın doğasını da metne taşımaya çalıştım. Neden anlatma ihtiyacı duyarız? Anlatmak için bir dinleyiciye/muhataba neden ihtiyacımız var? Nasıl anlatırız? En zor olanı, gerçeği nasıl anlatırız? Gerçeği nasıl tahrif ederiz anlatırken? Zamana başka türlü katlanamadığımız için mi anlatırız yoksa yükümüzü hafifletmek için mi? Bütün bu ve belki de daha fazla uzatılabilecek soruları bir cezaevindeki mahkûmlar üzerinden cevaplamak değilse bile anlamaya çalıştım sanırım. Sadece anlatmanın değil yazının doğasına dair bu sorularımı kuramsal bir metin yerine romanın içinde düşünmek istedim. Bu sebeple Kara Sis, bir grup mahkûmun hikâyesi değil aynı zamanda anlatmanın doğası üzerine bir metin diyebiliriz.

- Âşıklar Bayramı ve Kara Sis aynı zaman dilimi içinde yazıldılar. Aynı türde iki ayrı kitabı aynı zamanda yazmak zorlu bir süreç yaratmadı mı? Başka hiçbir şeye, can sıkıcı hiçbir gündeme zaman ayırmamak, insanı boğmak isteyen anlardan kaçmak için bir kaçış/ bir kapanış biçimi miydi sizin için?

Yazı bir kaçış yeri değildir benim için. Gerçeği yeniden inşa edebileceğim, onu anlamlandırabileceğim bir alandır. Dünyayı yazarken kavrayabiliyorum ben. Kendimi bildim bileli yazıdan ibaret bir hayatım var. Bu iki romanı yazarken kişisel bazı sıkıntıların yanı sıra bir de dünyadaki kimi meselelerle ilgili kaygılarımın iyiden iyiye arttığını hatırlıyorum. O yüzden garip bir şekilde bir değil iki hikâye yazmaya başladım o yıl. Açıkçası, ilk başlarda iki metinden de hoşnut değildim yazarken. Âşıklar Bayramı içimdeki kederi dökmeme yardım ediyordu, Kara Sis de belki içimdeki oyun oynama isteğinin bir uzantısıydı. Birinde fazla kederlenip diğerinde fazlasıyla eğlendiğimi fark edip metni yarıda kesiyor, birini yarıda bırakıp diğer metne dönüyordum belirli aralıklarla. Bir süre sonra iki metnin de bitmekte olduğunu gördüm. Elbette, bir metin yazıldığı andan ibaret kalmaz. Yazdıktan sonraki süreç daha zorludur. Bir metin belki de yazıldıktan sonra başlar. İkisini aynı anda yazdım ama farklı zamanlarda yeniden yazmak zorunda kaldım. Biri keder verdi bana, diğeri içimdeki oyun isteğini giderdi.

- Okuyanlar bilirler ve okuyacaklar için de bir ön ipucu olsun diye Kara Sis'in kahramanı Barana'dan biraz söz edelim istiyorum. Barana'yı yaşadığının farkına vardıran bir imge var romanda. Hepimiz bu dümdüz aktığını sandığımız hayatlarımızda dikkatimizi dağıtan değil, aksine bir anda bütün dikkatimizi toplayan küçücük hatta çok önemsiz bir şeyi bir anda fark edip anlamlandırıyor olmamız mıdır? Barana'yı yaşama bir anda bağlayan bu farkına varışın kurgusal inşasından biraz söz eder misiniz?

Cezaevi benim mekânsal olarak bilmediğim bir alan. Böyle bir deneyim yaşamadım hiç. Ama bir yanıyla da, Türk edebiyatçılarının yolu sıkça oradan geçtiği için iyi bir bildiğimiz bir yer aynı zamanda. Buna hatırı sayılır derece cezaevi tanıklıklarını da eklersek aslında yabancısı olmadığımız bir yer. Ruhsal anlamda kapatılmışlık hissini az çok biliyoruz. Daha doğrusu pandemi az da olsa bunu öğretti bize. Yine de, şüphesiz ikisi aynı şey değil. Romanı yazarken cezaevinde kalmış hükümlü ve tutuklularla görüştüm sık sık. Anlatmak istemeyeceklerini düşündüm başlarda. Ama sonrasında hem de yeni bir soru sormama bile izin vermeden uzun uzun anlatmak istediklerini fark ettim. Belki de çektikleri o acıların, yalnızlığın, dünyanın dışında kalmışlığın herkes tarafından bilinmesini istiyorlardı. Ya da anlatırken sahiden o bitip tükenmek bilmeyen zamanlara dönüyorlardı. Saatlerce dinledim onları. Hepsinin anlattıklarında ortak bir nokta vardı. Dayanmak için bir nesne ya da imgeye ihtiyaç duymuşlardı içeride. Bir kavak ağacının görüntüsü ya da uzakta kalmış hatıralar bile bazen dayanak olabiliyordu içeride olana. Kimin neyle hayata tutunacağını sahiden bilemeyiz. Bu romandaki gibi bir saç teli de olabilir başka bir nesne ya da duygu da. Hepimizi ayakta tutan bir şey var. Hâlâ delirmediysek, kıyamet kopmadıysa açık veya örtük bir nedenimiz var demek ki. Bazen yerine bir başkasını bulduğumuz bir nedenimiz var. Onun sayesinde zamana ve bunca kötülüğe katlanıyoruz belki de.

- Çok sevdiğim bir çalışma biçimi olan bölümleri birer epigrafya ile başlatıyorsunuz. Şöyle güzel geliyor bana epigrafyalar, daha en başta çok isabetli söz öbekleri olmaları istisnasız bir başlatıcı oluyor. Bir alt başlık gözüyle bakabilir miyiz bu epigrafyalara ve tabii nasıl bu kadar isabetli seçiyorsunuz onları?

Epigrafları iki sebeple kullanıyorum: Yazdığım bir meseleyle ilgili benden önce o yolları geçmiş metinlere, film ve şarkılara teşekkür borcumu ödemek için alıntılıyorum o sözleri. Bazen de, tam da tıkandığım noktalarda önümü görebilmemi sağladıkları için. Bazen o sözlerin kendisini çağırıyor beni bazen de benim o sözleri arayıp bulmam gerekiyor. Böylece o metinleri de kendi metnimin içinde yeniden konuşturma imkânı buluyorum.

- Kara Sis'le ilgi bir söyleşide sesini yükseltenin her zaman haklı olmadığını dile getirmiştiniz. Ayşegül Devecioğlu da bir kitabında Haklılık zalim ediyor insanı demişti. Peki, biz insanların sesler arasında haklı olanı bulmaya çabalamasında karar verme biçimlerimizi neye göre belirlemeliyiz? Acıdan mı yükseliyor sesler, acıdan bağıranların sesini bastırmak için mi, nasıl bileceğiz? Kara Sis bu konuda neler söylüyor?

Roman boyunca her kahraman kendisini birer mazlum olarak gösterse de, aslında biliyoruz ki, tamamı birer katil. Üstelik büyük çoğunluğu kadın katili. Bir tek Barana bir istisna belki de. Ama sonuçta o da bir katil. Ne diyordu Cioran? "En büyük zalimler başı kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar." Kara Sis, bir yanıyla kendisini mazlum olarak niteleyenlerin karşısına bir ayna yerleştiriyor belki de. O aynada kendileriyle baş başa bırakıyor. Gerçeği görsün, suçunu başkasına değilse de en çok kendisine itiraf etsin diye. Barana bir ayna belki de. Hepsine kendilerini gösterme imkânı sunuyor.

Kemal Varol, Fotoğraf: Tahsin Baravi 

- Romanın sonunda, anlatıcının gözünü önce Erzincan'da açıp sonra öldürdüğü karısının mezarına gitmesinin nedeni de bu mu?

Tastamam bu. Romanın sonunda birbirinin yerine geçer kahramanlar. Mesut Hoca, Barana olur bir bakıma. Onun mektuplarında anlattığı doğaya kaçar, sesleri dinler, görüntüleri onun gözleriyle izler Erzincan'da. Yolun sonunda bir başkası olmuştur. Barana da çıkardığı sahte pasaporta Mesut Hoca'nın adını yazdırır. Bir bakıma ayna işlevini yerine getirmiş, suçluyu suçuyla baş başa bırakmış ama öte yandan aynanın kendisi de dönüşüme uğramış ve başkasının suçunu devralmıştır.

- Kitap boyunca zaman zaman dile gelen türküler var. Bu romanı yazarken türküler dinlediğinizi düşünebilir miyiz? Bir öğe olarak müziğin romanınızdaki yeri nedir?

Bir zamanlar şairken de, şimdilerde roman yazarı olarak bilinirken de içimden şarkılar eksik olmazdı hiç. Ama benim müziğe olan düşkünlüğüm ve metinlerimde sıkça onlara atıf yapmam şahsi bir mesele değil. Müzik benim için ortak bir duygu dünyasına taşınmak, oradaki duyguya yaslanıp anlattıklarımı daha iyi anlamlandırmak için başvurduğum önemli bir mekân, bir tür hafıza durağı belki de. Eğer tarihçiler doğru anlatmışsa geçmişte olan biteni az çok biliyoruz. Elimizde resmi kayıtlar var, tarihler, mühür ve imzalar. Ama ben gerçeklerden ziyade duygularla ilgiliyim daha çok. Geçmişteki duygu dünyasının ne olduğunu bize sanat layıkıyla anlatabilir sanırım. O yüzden türkü ve şarkılara gidiyorum metinlerimde. Geçmişte soluklanmak istiyorum. 

- Dünya kötü günler geçiriyor. Bu kötü günler bireyselliğin otoriteler ve iktidarlar altında baskılanmasına, sıkışıp büyük patlamalar yaratmasına neden oluyor. Kara Sis'te de bireysellik üzerinden toplumsala doğru açılan bir gönye açısı var. Bu bireyin 'erkeklerin avlusu' tanımıyla da olan ilgisiyle ilgili edindiğimiz bilgilerle de doğrulanıyor. Yani birey üzerinden toplumsal dertlerin kaynağına eğildiğiniz söyleyebilir miyiz?

Hiçbir metnimi toplumsal dertlerden uzakta yazmadım. Zaman zaman sahiden bundan yorulduğumu, böyle bir dertten uzakta metinler yazmak istediğimi, bunun için çokça çabaladığımı itiraf etmeliyim. Ama içinde yaşadığım çağ ve dünyanın dertleri her seferinde bu kaygımı perdeliyor. Kara Sis'i de basit bir hayata tutunma hikâyesi yazmak istedim ilk başlarda. Ama ne yaparsam yapayım ülke ve dünya dertleri kitabın içine sızdı. Dahası, bu kez kadına yönelik şiddeti erkek kahramanların dünyası üzerinden göstermek istedim. Kadına yaşam hakkı tanımayan, onların dünyasını daraltmaya çalışan, bilerek ya da bilmeyerek kadını toplumsal hayatın merkezinden çıkarmaya çalışan bir zihniyete erkeklerin avlusundan bakmak istedim. Hiç şüphesiz, hikâyenin fonunda ülkenin bitip tükenmek bilmeyen başka dertleri de var ama bu kitabın esas meselesi sadece Barana üzerinden bir hayata tutunma hikâyesi anlatmak değildi. Kadınların olmadığı ama hayallerinin gezinip durduğu dar bir mekânda sadece erkeklerin suçlarını anımsatmak da değildi. Kadınlar ve erkekler, ancak birlikte nefes alabildiğimizi ama bunun için de en başta biz erkeklerin kendi yüklerinden kurtulmaları gerektiğini hatırlatmaktı.

- Şiir, öykü de yazmış biri olarak külliyatınızda roman daha geniş yer kaplıyor. Bu açıdan bir tür olarak romana ağırlıklı çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?

Şiirin bütünüyle hayatımdan çıktığını söyleyemem. Uzun yıllardır şiir kitabı yayımlamadım. Ama bu sürede birkaç şiir yayımladım ve çekmecemde çoğu dize olarak duran küçük karalamalar var hâlâ. Şiir yazmaktan yana bir derdim yok. Yazıyorum ama yayımlamıyorum. Ama şunu da söylememem lazım sanırım. Ben epeydir üç türü (şiir, öykü ve roman) harmanlayabileceğim bir deneyim peşindeyim belki de. Ama öte yandan şiirin o saf halini çok özlediğimi de söylemeliyim. Büyük konuşmak istemem. Geri kalan hayatımda bir şiir kitabına daha yer açmak isterim. Ama dünyaya bir şair olarak katlanmanın güçlüğünü artık taşıyamadığımı da söylemem lazım.

- Son olarak artık aşk romanlarının bile sadece aşk romanı olmadığı bir dönemden geçiyoruz bütün dünya olarak. Yani artık ister istemez her yazan yazdığı her şeye toplumsal dertleri kaçınılmaz bir mesele olarak alıyor, almak zorunda kalıyor. Sizce ne yazarsa yazasın yazanlar toplumsal dertlere değinmek zorunda mıdır, bu zorunluluk toplumla bağ kurmak için mi yoksa bireysel olarak bir isyan biçimi mi? Sizin kitaplarınızdaki bu yoğunluk bu konuda size ısrarlı bir yön veriyor mu?

Günümüzde toplumsal dertlere odaklanmış pek az metin okuyoruz. Bireyin iç dünyasına odaklanmış metinlerle karşılaşıyoruz daha çok bence. Ki bunun da toplumsal bir derdin yansıması olduğunu baştan kabul ediyorum. Öte yandan, toplumsal dertleri odağına almış metinlerin de o derde yaraşır bir edebi bakış gibi, kalıcılık gibi, ele aldığı meseleye farklı bir açıdan bakmak gibi, kendi politik aidiyetlerinden kurtulamamak gibi sorunları var bana kalırsa. Bu dertleri yazmak, toplumla bağ kurmaktan ziyade, şahsi bir isyan daha doğru belki de benim için. Bu ülkenin tüm toplumsal meselelerine ağıt yakmak. Ki, ağıt isyanın öncesidir. Sadece yaraları sağaltma amacı taşımaz ağıtlar. Ağıt aynı zamanda bir isyan biçimidir.

- Sizi her defasında, her karşılaşmada uzaktan uzağa seslenen bir sessizlik olarak görmüştüm hep. Bu söyleşi boyunca sessizliğinizi konuşturduğunuz için teşekkür ederim. Bir gün yine karşılaşmak dilerim.

İçimden konuştuklarım daha hakiki gelmeye başladı yıllar içinde. Sadece yazıya sakladım söylemek istediklerimi. Sanki ne söylersem söyleyeyim hakikati tahrif etmekten öteye geçmeyecekti söylediklerim. O yüzden, tıpkı roman kahramanım gibi susmayı tercih ettim. Yine de zaman zaman konuşmak zorunda kaldım geçen yıllar içinde. Sizin ısrarlı tavrınız olmasaydı bu söyleşi olmayacaktı. Bir sürü söz söyledim. Ama galiba söylemediklerim daha doğruydu, diye geçti içimden şimdi.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim