Şiir bir tabiat olayıdır. Bu yalancı dünyanın cennet-i ikramı. Bazen insanın insandan intikamı da olabiliyor. Bu biraz da cennete ateşi götürecek olanın yine insan olduğu gerçeğidir. Buna bu şekli veren şair değil, okurdur. Şiir, iyi şiir, suların akması, günlerin geçip gitmesi ve Tanrı'nın "insanı ben yarattım" demesi kadar anlamlı ve derin bir işçiliktir. Çünkü şiir, şairin kendini iplik iplik etmesidir. Tabiat gibi. Hakikat gibi. Tabiat ve hakikat aynı soydan gelir tavır olarak. Ve şiir, anlamlı sözleri birbirleriyle uyumlu seslerle ayakta tutan bir denge meselesidir, ne söylediğini bildiğini bilen bir şair için. Şiir, şairin okurunu dengeye davetidir. Bir şairin genç ölmesi de bir dizedir, hiç duyulmamış olsa bile. Yaşayan şairi hâlâ nefes alırken duyabilene hamdolsun! Çünkü şair insanı rahatsız eden sözlerle örüyor zırhını. Nilay Özer'in de şiiri bir dengeye davettir.
Sanılmasın ki sözümün zırhı rahat
bir kının boşaldığı
bir atın boş döndüğü
o hain pusularda gezinen hayat
beni de ince bir ihmale hazırladı
Herhangi bir durumun, nesnenin basitleştirilmiş sunumuna karşı dizeler içeren şiir elbette kendi teoremlerini kendi içinde oluşturabilmiş, tavrı olan şiirdir. Teorem, dişil bir kavram olmakla beraber bilmenin zarafetini temsil etmektedir. Bu zarafeti karşılayan iki kavram var benim için. Elbette tabiat ve hakikat… Şair ve tabiat aldığı yaraya hemen cevap vermez. Bugün artık şair de tabiat da aldığı her yaranın üstünü tavrıyla örtüyor. Dünyanın her gün yeniden gösterdiği acı tablo sizce de bunu göstermiyor mu? Daha acısı, daha acı günlerin eşikten başı dik içeriye girecek olması. Peki, okurun şiirden beklentisi ne? Kimsenin kimseye vermediği, aksine herkesin herkesten çekip altığı huzurdan bir zemin. Bazen bir tek dizesiyle bile bir şairin okurunu olmaza sürükleyip götürmesi bile. Eğer şiir en bunaltıcı ve boğucu dizesinde bile insana onun kendi içindeki şeylerden söz etmiyor ya da yaşadığı dünyanın ne yöne, ne biçimde yuvarlandığını söylemiyorsa o sadece bir şiirdir. Fakat hakikat gerçeği ayakta tutan ve besleyen bir şey olarak "durmadan atan bir kalp" yalanına karşı dura dura atan bir kalp taşıyan şairin baktığı her şeyde gördüklerini bir başka dile çevirmesidir. Aynı dili kullanan insanların çok azının birbirlerini "anladığı" demiyorum, "anlayışla" karşıladığı bu dünyada şair tabiatça konuşuyor ve anlıyor da her dili, kendi anadili gibi. Yerküreyi ayaklarının altına alan bir postalın çıkardığı sesleri de, o postalların altında ezildikçe inim inim inleten ve titreten yerkürenin duyamadığımız seslerden sözlerini de.
Bir şair olarak değil, ama iddialı bir şiir okuru olarak ben onun şiirlerinde bu dünyayı duymuş, görmüş birinin kaçıp dinlenecek, gönül bağlayacak, sevinecek, kendini hür hissedecek her şeyi bulabiliyorum. Bu bir "şey" üzerine şerh düşülecek kadar önemli bir şey. İnsanı tutup sürükleyen, sürüklerken onu paramparça eden, üzen her şeyin şifası elbette şiir. Her şair her şiir de okuruna vermez bu şansı. Her şair gibi her okurun da kendi anlama, dinleme biçimi var elbette. Herkes aynı şeye aynı anda baksa da aynı şeyi görmüyor, aynı biçimde. Oysa tabiat tektir, binlerce dili bilen, konuşabilen bir Tanrı gibi. Bu dili bilen şair herkesi anlayabilir, herkesle konuşabilir. Bilir çünkü insanın bir şeye inanması gerektiğini ve inandığı şeylerle kendine, çevresine şekil verebildiğini. Nilay Özer bu şairlerden. Kimsenin inancı olmaya gelmemiş dünyaya. Şiirin gerçekten bir ihtiyaç ve yol gösterici olduğuna inan bir şair. Ve iyiliğe inanır ki, bundan da sözler eder, adına korkuluklara giysi yardımı ismini verdiği kitabında.
yakarışları dene dil sustan inciniyor uzatıver boynunu otların gölgesine bir bıçağın hazzına değerkenki ellerim okşasın göğsünü ipeklere bürün de
yutkunsan akşamın ekmeği kabarıyor konuşsan anıları bir yanardağın ey külünden doğmanın ve acının yeraltı kim ki inanmıştır gövdesine yanılır
iniltileri dene nefesini kolluyor rüzgârların renklere tesadüfünden bir gül ve bir melek bakıyor yaralarından üzgün kalmak dediğin ne ki har ile hile
ben toprağın sırrına dönerim yalnız ona atımın gözünden su içen sineklere
|
Yazmak hiçbir zaman saygın bir iş olmamıştır, yazmanın zarafetini, inceliğini, onarıcılığını ona ihtiyacı olmasına rağmen kavrayamamış milletlerde. Bundan daha sahici bir şey de yok ki, bunca şeyi dünya da insanoğlu da yazıya borçlu. En çok da şiire… Çünkü ilk metin şiirdi. Bütün kutsallar şiirsel bir üslupla yazıla geldi. Şiir öyle güçlü ve kuvvetli bir şey ki, felsefeye eğim, dile hep yeni bir zemin verdi. Ruhu hasta bir insanla bir araya gelmesin, üstün bir tedavi yöntemidir de. Çünkü güzel konuşmak iyileştirir. Şiir insana güzel sözler etme cesaretini, merhametini verir. Tarih boyunca en kırılmazlar bir dize ile tuz buz oldular. En kırılganlar yine bir dize ile yıkıldıkça toparlanmayı öğrendiler. Şiiri çok abarttığımı söylerler bazen. Bu bile şiir yüzünden elbette. Çünkü mübalağa bile güzel durmuyor şiirden başka bir yerde. Yukarıdaki şiirdeki şu dize, ey külünden doğmanın ve acının yeraltı buna iyi bir örnek. İyi bir okur kelimeleri telaffuz ederken sinir uçlarının birbirlerine değdiği anda o kelimelerin içinde çıkardığı sesleri duyabilir. İyi bir okura bu şansı elbette iyi bir şiir verebilir. İnsana en çok sesi elbette şiir verir. O seslerden kendine yeni bir ses bile yaratabilir. Her dize kendi ezgisini bir konuşmanın altında eski bir plak gibi çevirir. Nilay Özer'in şiirlerinde bangır bangır bağıran bir şair yok. Zira içine kapalı bir şiir de değil kesinlikle. Sükûneti sessiz bir bıçak gibi kullanıyor. Ve elbette öngörüleri olan bir şiir insan hakkında da, dünya hakkında da bizim anladığımızı sandıklarımızdan çok daha fazlasını söylüyor. Avucunu başkalarına açanlar, keşke şiir okusa falını görmek için.
kal ansızın anısız çünkü er geç bakışımsız yüzümdeki kanın inkârına hazırım sesime zehir kattım çağırırken boğulmaya uzun çay saatlerinin çözdüğü buzul bir şeyler yitirdim ve aşka şeyler lazımdı avutursun sandım bizi sevdim sevmedik sisli kırda "büyük kestane ağacının altında sen beni sattın ben seni sattım… |
Nilay Özer'in şiiri sesi tok, gövdesi dolu, ciddi ve sarsıcı gerçekler içeren bir şiir. Dilin yapısına karşı her şair gibi kendine has bir üslupla tamamlıyor kendini. Pek çok şiiri bir anma ve ithafa dayamış sırtını. Çünkü şair "unutan insan" değil, hatırlayan ve hatıraları kutsallar gibi önüne katan bir süratle nefes alıp vermenin bilincin kendisini diri tutabilmenin işçiliğini yapıyor.
Akademik eğitiminin bir parçası olan Turgut Uyar'ın Divan'ı ve Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı kitapları üzerinde yaptığı imajlar çalışmasını göz önüne alınca kendi şiirinde de "imajlar" yarattığını görmek mümkündür. Bu konuda ciddi, içeriden ve elbette hakikat denen sarsıcılığı kelimelere çevirirken kalemini kâğıda değdirdiği anda yakıcı kesikler yaratmayı başarmış bir şair. Gerçekçi, usçu, sezgisel, varoluşçu ve aranedenci şiir anlayışı Özer'in şiirindeki perdeleri aralayınca göze çarpan ilk vurucu eylemler.
Nilay Özer için belki de sadece şunu söylemeli, nasıl bir şair olduğunu eksiksiz bir biçimde ifade edebilmek için: Bir şair eğer şiiri üzerine bütün iyi, güçlü ve benzersiz sözleri insan varlık yani bir şair olarak kendisi için de söyletebiliyor ya da düşündürüyorsa, belki daha pek çok yeni şiirler de yazacaktır, bir öncekiler kendini ne kadar tamamlamamış hissi verse de kimilerine, fakat şair ve insan olarak kendini tamamlamış demektir. Ve bir şairin kendini tamamladığı kanaatini elbette kendini tamamladığını anlaşılır kılan şiirine borçluyuz.
İlk şiir kitabı Zamana Dağılan Nar, daha ilk doğumda tamamlanmış bir kitaptı benim için. Bir sonraki kitapta gelişmeye gelmiş bir şair olmadığını da böylece söylemiş olayım onun. İkinci şiir kitabı Ol! ile şiirlerindeki imge gücünü de kontrol altına almıştır. Serbest şiiri başıboş bırakmayan bir şairdir Nilay Özer. Burada söylemek istediğim şu, kullandığı dilde kendi dili kullanma kurallarını kullanıyor. Pek çoğu bugünün genç şairleri de yazarken kendi kurallarını uygulamaya çalışıyor ama dile hasarlar vererek. Kullandığı dile hasar vermek yerine onu geliştiren şairler arasında yer alması da bu yüzden Özer'in.
Az sayıda öyküler yazmış olmasına karşın şiir ve çocuk edebiyatı alanındaki çalışkanlığı/başarılı girişimleri gelecekteki yerini de gösteriyor doğrusu.
Şiirlerindeki pesimist yaklaşımsa ayrıca üzerine çalışılması gereken bir başka yanı. Az olanın çokluğu sindirdiği bir bakış açısı var Özer'in pesimist yaklaşımında. Savurgan ve kapılıp gidilmiş bir pesimistlik değil bu. Farkında ve bilinçli bir yaklaşımla kullanıyor bu bakış açısını dizelerinde. Öyle ki, bu bilinçli yaklaşımını arabesk bir karamsarlığa kaptırmaması çocuk kitaplarındaki bağımsızlığının da ispatıdır. Yazanlar arasında özellikle şairler diğer türlerde eserler ortaya çıkarırken bu kontrolü sağlayamazlar. Çoğunun çocuk kitabı yazamıyor olması da sanırım bu yüzdendir.
Şiirleri okunduğunda Nilay Özer ve şiiri için neden hakikati fışkıran bir şiir, hakikati fısıldayan bir şair olarak nitelediğim daha kolay anlaşılacaktır. Şiirin aslında genellikle bilinçdışı bir bilinçle yazılagelmiş olduğu beyanlarına tam tezat bir şiir çünkü Özer'in şiiri.
Hakkında okuduğum bazı yazılarda şiiri için "yoksulluk ve aşk" ağırlıklı bir temadan dem vurulmasına da alışamadım pek. Aşk dedikleri aşktır evet, ama yoksulluk dedikleri yoksulluk değil Özer'in şiirlerinde, nezaket. Belki bağırmıyor, ama apaçık şiiri "yalnız lirik" bir şiir değil, "bak işte, döne döne gelen dünya!" diyerek, geleceği de öngören dökümlü bir şiir.
Nilay Özer, kötülüğünü ve kötüleştiğini her gün daha fazla hissettiğimiz bu ilkel dünyayı dizelerine bir ulak edasıyla çok daha evvel sığdırmış bir şair. korkuluklara giysi yardımı, "şiir onu yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır" demenin Türkçesi gibi bir kitap.