07 Kasım 2021

Ben artık masallar anlatmak istemiyorum!

Toplumun hastalanan bireylerinin artık eğitimini aldıkları işleri uygulayamayacak duruma gelmeleri, insanda yaşadığı dünya ve toplumsal dengeleri kavrayacak bilinci ortadan kaldırma girişimlerinin bir sonucu olarak da yoksulluk kuşaktan kuşağa geçirilecek bir durum haline getirildi.

“Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz…
Biz ise, ortadan kaldırılmış yoksulluk.”
-Victor Hugo/Sefiller 

Birkaç gündür sosyal medyada viral olan bir videodan söz etmek istiyorum. Kısaca. Hacettepe Diş- Protez Teknolojisi mezunu genç bir adam, artık işini yapamayacak kadar titreyen ellerini göstererek, -henüz yirmili yaşlarında- vazgeçtiği dünyasının ne hale geldiğinden sözler ediyor: “Depresyon hastasıyım, bu genç yaşımda anksiyete oldum” diyor ve ekliyor, “Benim canımın bir değeri yok.” Birçok branştan ve kesimden insanın “Türkiye bir inşaat şantiyesine döndü, birkaç müteahhitin kölesi olduk” demeçlerinin adeta gözlere, kulaklara giresi kanıtı oldu; sanki iki kez geçmiş gibi yeryüzünden yorulmuş, bunalmış, bıkmış bu genç adamın bir sokak röportajında dile getirdikleri. Mezun olduğu alanda değil, bir inşaat şantiyesinde çalışmak zorunda olduğu gerçeğiyle. Orta sınıf hızla eritildi. Sadece maddi olarak değil, manevi olarak da. Bu bilinçli ve siyasal bir hareketti elbette. Dinin güncellenmesi ve onun bir sonucu. Kendi üstün sınıflarını bütün sınıfların üstünde tutabilmek için. En alt seviye bir bürokratın bile dindar görüntünün arkasındaki şaşalı hayatına kaynaklar yaratanların kendi etraflarında yarattıkları sosyal statüsel sınıflar da sadece diğer yoksullaştırılmış sınıflarla aralarında aşılmaz bir duvar olsun diye. Tıpkı eski Roma’daki kölelik düzeni gibi... “Halk, devletin malıdır anlayışı” en ilkel anlayıştır. Üstelik topraklarını para karşılığında satması da ayrıca bir felakete davetiye, yeni bir Filistin gibi…  Bu yüzden bir “Spartacus İsyanı” gerekli tabii. Bu metni beş ayrı dilde yazabilirim, kusursuz bir akademik dil de kullanabilirim. Bunu yapmıyorum. Yapmayacağım. Oturayım masama, masallar anlatayım istemiyorum. Şimdiye kadar her şeyin daha kötüye gitmesinin bir sebebi de bu çünkü. En anlaşılmaz diller ve söylem biçimleriyle halkını aydınlatmayan aksine konuşurken, anlatırken sadece ne kadar çok şey bildiğini göstermeye çalışanlardan hoşlanmıyorum. Ettiği sözlerin gönyesini daralttıkça gövdesinin hacmini genişletenler midemi bulandırıyor. Çünkü sadece “bir şey biliyor” olmanın atmosferine girenler gerçekte hiçbir şey bilmiyorlar. Bilmezden geliyorlar. Bazen içimden Robin Hood olmak bile geçiyor. Geceleri belinde bir hançer sokağa çıkıp adaleti kendi kendine tesis etmeye çalışan bir kara peçeli gibi. Ben artık masallar anlatmak istemiyorum! 

“Allah lafzı” derim hep. Sadece bir hikâye... Derin anlamını her gün daha fazla kaybeden bir sözcük. “Tanrı içimizde” diyen Hesse, gel sen de bir şeyler söyle! İnançlarımız sözcüklerle bile bir şey ifade etmiyor çünkü artık. Oysa nice yüzyıllar bireyi de toplumları da bir arada tutan şeylerin başında inançlar geliyordu. 10 Emir’den Kuran’a, semavi dinler. Kimse kör değilse farkındadır artık şunun: Döviz kurunda Tanrı’nın hatırı yok. Tufandan sonra karaya ayak basan Nuh bile sorgulamıştı kendini, hatırlayın bunu. Kusursuz bir tek şey var artık. O da kusurun kendisi. Artık herkes farkında inançların, kutsalların da kullanıldığının en az insan kadar bir nesne gibi... Günaydın! Bu konularda insanlara doğrudan bir şeyler ifade etmek çok tehlikelidir aslında. Bunu göze alabilirim, “inançlı bir komünist” olarak. Yani dinin, kutsalların kullanıldığını söylemek-yazmak. Çünkü o kadar güzel kullanıyorlar ki bunları, buradan insanlara iletmeye çalışacağınız her konuda sizi trollerin, sokak çetelerinin, hiçbir bilgisi olmadığı halde bir biçimde bir yerlerde konumlandırdıkları tetikçiler gibi davranan sözde gazetecilerin hedef göstermesini sağlarlar. Çok değil, sadece birkaç yüz dolarcık için. Yani çocuk haklı, dünyanın doğal kaynakları azalırken nüfusun 10 milyarı aştığı bugün canımızın bir değeri yok. Ama şu küçük ayrıntıyı cilalayıp şuraya koymak isterim; canımızın değersizliği karşısında sistemlerin, yasaların, yasa yapıcıların, iktidarların da bir değeri yok. İnsanlar “güç”ün yalnızca para olduğunu düşünebilirler. Oysa güç, gözden çıkarılanın yok olurken onu gözden çıkaranları da yanında götürebilmesidir. Denemek lazım. 

Sanat-edebiyat yazıları yazmak bazen bana ne kadar ciddi sözler etsem, bir yol göstermeye çalışsam da anlaşılmadığını bildiğim için masallar anlatıyormuşum gibi geliyor. Akılları yatıştıran, yürekleri avutan ve kulaklara hoş geldiği için sadece. Hoşluğun insanda yarattığı o boşluğu bilinçlice doldurmak da gerekiyor ama. “Kitap okumak yetmez, bazen meydan da okumak gerekiyor” diye. Sosyalleşmenin, kültürlenmenin en ucuz yolu olan kitap okuma konusunda insanlara kitaplardan söz etmek, onları kitap almaya teşvik etmek bile utanç verici bir şeye döndü artık. Artan enflasyonun kitap fiyatlarına da yansımış olması yüzünden. Düşünün ki, artık ayda bir kitap almaya bile zorlanan insanlara yukarıdan tavsiyelerde bulunuyormuşum hissi ne kadar kötü bir his. Çünkü biz Rus Edebiyatı’nı yaşayan bir milletiz. Gerçek bu. Güneşin doğuşundan artık haz alamayan insanların ülkesinde yaşıyoruz. Güneşin doğuşunu, batışını göremeden ömür tüketen insanların ülkesinde… Sözümona dindar bir topluluk olan Türk Toplumu onu var eden mitolojilere ne kadar inanmasa da efsanelerden beslenen bir toplum olduğu için belki de masallar dinlemeyi –okumayı değil bakın- seviyor. Sözünün eri bir toplum ancak akılının yanında bir de vicdanı varsa toplum olarak varlığını sürdürebilir. Ne konuda olursa olsun yasaları işlevsel kılan da bu değil midir? Bütün diğer coğrafyalardan farkı buydu bu coğrafyanın. İçindeki kanamaya, iliklerindeki sıtmaya neden olan toplumsal ve ahlaki değerleri çiğnemesine rağmen çoğu zaman.

Bir kültür olayı olarak iktidarların “eğitim seviyesini yükselttik” dedikleri her yerde geriye ketler vuran reformlarla sadece döner sermayeye yeni kaynaklar yaratma girişimleri dışında bir şey söz konusu değil. Ülkenin okullarını en kötü biçimde iktidarlara bağlamak, bir propaganda kürsüsü gibi kullanmak; örneğin, Boğaziçi gibi bir üniversiteyi bile sırf ona hükmedebilmek için vasıfsızlaştırmak, eğitim kalitesini düşürmeye çalışmak bile bir kaynak arayışıdır. Üstelik bağımsız ve özgün bireylerin toplumda faal hale gelmesini engellemektir de. Alanında uzman, vasıflı hocaları eleyip yerlerine vasıfsız kişileri tayin etmek de. Belki yüzlerce iki yıllık okulun sözümona bir üniversiteye bağlı açılıp üniversiteymiş gibi lanse edilerek açılması da böyle bir şey. Biat edilsin diye kendilerine o kadar çok mezun verdiler ki kimi alanlarda, veterinerlik fakültelerine bile ilahiyatçıları rektör-dekan diye atamak zorunda kalıyorlar. Hiç de komik değil, çok trajik üstelik. Hayat yok ovalara kurulmuş, iktisadi hareketliliğin sadece sürekliliğini sağlamak için. Eğitim de sağlık da birer döner sermaye. Her yenilik girişimi de bu yüzden sadece yeni bir kaynak yaratma girişimidir. Ne olup bittiğine akıl erdiremeyenleri kınamıyorum asla. İnsanlar eğitimsiz olabilirler, koşulların onlara verdiği biçimleri el mecbur alabilirler. Fakat irade! Sanayi Devrimi’nin hayali olan akıllı robotlar bile kendi iradelerini ortaya koyacak donanıma kavuşmak üzereyken insanlar iradelerini kaybediyor hızla. Belki de sorun Orta Asya ülkelerinin totem saydıkları tabulaşmış aile yapılarının değişmeye direniyor olmasıdır. Bu yüzden coğrafyasını değiştirse de zihniyetini değiştiremeyen bir kavim gibi inançları üzerinden kullanıla kullanıla artık inandığı şeylerle bir bağı kalmadığında da yeni biri olamıyor kimse. Ne kadar modern bir görünüm alsa da feodal yapının zihinlerden silinip çıkmıyor olması yüzünden. Buna engeller yaratan toplumları yönetenlerdir çünkü. Bir maden ocağını işletir gibi yönetenler toplumu. Oysa dönüp geriye baktığımızda şunu görmüyor muyuz: Ta Orta Asya’dan gelip Anadolu’ya, üstünden aşağıya indiği atı yiyen bir kavimdir bu içinde nefes alıp vermeye çalıştığımız toplum. Oysa at necistir, yenmez be kardeşim. Yenmez. Marie-France Hirigoyen Narsisisitler İktidarda* kitabında şöyle diyor: 

"Çağdaş narsisizmi küresel olarak, kim olduğumuzu etkileyen toplumsal ve kültürel bir olgu olarak anlamak gerekir. İster psikolojik ister sosyolojik açıdan yaklaşalım, küreselleşmenin bireylerde derin bir dönüşüme yol açtığını görmeliyiz. Gerekli taviz ve kısıtlamalar üzerine kurulu, nevrozların ortaya çıkışını kolaylaştıran ataerkil bir toplumdan, bireyin özgürlüğü ve hüsrana karşı tahammülsüzlük üzerine kurulu, narsisistik kırılganlıkların telafisini zorlaştıran bir kültüre geçtik.”

 

Roma’da Büyük Sezar, Mısır’da Fravunlar, tarihe geçmiş diktatörler dünya tarihine bu özellikle geçmiş yöneticilerdi. Bu sadece bütün kurumları yöneten kurumlarda söz konusu değil elbette. En küçük ama en etkili kurum olan ailede de böyle. Kendini lider olarak belirleyenlerin olağan bir sistemci gibi davranmasının dayanağından söz etmek gerektiğinde ise başa döneceğiz elbette. Bütün kurumları bir biçimde yöneten yerde bulunan kişilere… Derin yoksulluk ve buna bağlı ölümler arttıkça yalnızca kendi bankasını çalıştıranlara. Toplumsal eşitliği bozan, sosyal adaleti sağlamada krizlere neden olan şeyin daima sorumlusu ilan edilen dış güçler ve komünizmin bir tehlike olarak addedilmesi ne kadar politikse sistemleşen sömürü düzeni de öyledir. Bir akademik çalışma da olan Necmi Erdoğan’ın editörlüğünde derlenen Yoksulluk Hallerinde** Kadınlar ve Hane: Olmayanın Nesini İdare Edeceksin? Başlığı altında Prof. Dr. Aksu Bora’nın yoksulluğu araştırdığı-konuştuğu insanlarla ilgi şu metin yer alıyor: 

“Girdiğimiz bütün evlerde hastalık vardı. Görüştüğümüz kişiler, eşleri ya da çocukları, sakatlık ya da kronik hastalıklarla yaşıyorlardı. Beslenme ve barınma koşulları düşünüldüğünde, bu durum şaşırtıcı değil. Hastalık ve sakatlık, tıpkı yoksulluk gibi kuşaktan kuşağa aktarılıyor gibi görünüyor. Yoksulluğun sadece düşük gelirle, kötü koşullarda yaşamak anlamına gelmeyip bir tür “damga” niteliği taşımasının önemli bir bileşeni, her çeşit sağlıksızlıkla bir sarmal olarak yaşanıyor oluşu. İnsanlar doğumlarından başlayarak çok kötü koşullarda yaşadıkları için sağlıklarını yitiriyorlar, hasta oldukları için çalışamıyorlar ve bu onların yaşam koşullarını daha da ağırlaştırıyor, bu ağır koşullara doğan çocukları da kendileri gibi sağlıksız oluyor…” 

İşte erklerini ve iktidarlarını üzerine kurdukları kör döngü bu… 2007 yılında yayınlanan bu kitapta yer alan gözlemler, araştırma sonuçları bugün katlanmış olan yoksulluğun derin yoksulluğa nasıl döndüğünün de göstergesidir. Toplumun hastalanan bireylerinin artık eğitimini aldıkları işleri uygulayamayacak duruma gelmeleri, insanda yaşadığı dünya ve toplumsal dengeleri kavrayacak bilinci ortadan kaldırma girişimlerinin bir sonucu olarak da yoksulluk kuşaktan kuşağa geçirilecek bir durum haline getirildi. Çünkü evde erkeği ve onun yarattığı düzende iktidarları ayakta tutan bu oldu hep. Ve eriyen sadece orta sınıf da değil, tabanı iktidarların. Sabır ve sebat eden o son nesil tükendi çoktan. Her şey bir masal olsa keşke ama değil. “İnsan sorumluluktur” diyen şairin bir şiirinde bile. 

Bunalıyorlar
Bilim onlardan uzak
Zulmü yönetimlerine başat kılıyorlar
Akrep tutuyorlar, çiyan besliyorlar
Başlarını ölüm yastığına yaslıyorlar
Tükenmiş çareleri.

Bakılmasın görkemli duruşlarına
Kendi ökselerine tutuklu
Kendi yargılarına hükümlüdürler
Sınıf birincisiyken
Bölme işlemlerinde
Tutsak olduklarını görerek
Parçalanıyorlar
Tükenmiş çareleri.

 İçinden içinden çürümüş
Bir dal suretinde salınıyorlar
Duldaları yok, gölgeleri yok
Oturdukları satrançta çoktan
Mat olduklarını biliyorlar
O yüzden
Şahı elden çıkarmışlar
Tükenmiş çareleri.

 Kurallar koyuyor çiğniyorlar
Yasalar koyuyor çiğniyorlar
Bitmez bir tahterevalliye duruyorlar
Tükenmiş çareleri.

 İnce yüzlerinizdeki ışığı
Söndüre söndüre
Dal bedenlerinizi öldüre öldüre
Besleniyorlar
Tükenmiş çareleri
Oysa
Akan bir ırmağı kim durdurabilir?***


*Narsisistler İktidarda/İletişim Yay. Çevirmen: Ayşen Gür

** Yoksulluk Halleri / Türkiye’de Kent Yoksulluğun Toplumsal Görünümleri

***Gülten Akın/ Uzun Bir Kıyıda

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim