“Ey kavmim…
Sen ki, peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.”
-Ahmet Altan
Ne yaşadım ki? Derim bazen. Utanırım, benim de canım acıdı demeye. Dünya; sabır mı, zindan mı? İkisi bazen aynı şeymiş gibi gelir bana. Bir ceza söz konusuysa varoluşta, bu ya benim ya dünya. Elimde bir yağlı urgan, geceleri adaleti tesis için ben de mi sokağa çıksam? Çatlayan fay hatları, gecikmiş halk ayaklanmaları. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı günler bu günler. Öyle değişiyor, öyle değişecek ki, her şey birden! Bir değirmenin dişleri arasında canlı, yaralı ve öylece asılı bırakacak her şeyi, herkesi. Bu sessizlik neden? Sanki bizim çocukluğumuzda başlamış bir lanet hızla sarıyor dünyayı. Ölüm, gövdeden gövdeye bir fısıltı… Hiç de yeni bir şey değil oysa! Bütün diriler elleriyle besliyor katillerini. Son yüz yıl şiddetin ayan beyan bir vesikası. Hırsızlar da bir evden çıkıyor, katiller de sapıklar da. Tanrı’nın gücüne gider mi, bilmem. Benim gücüme gidiyor. Dinin, diyanetin, dillerde ayetlerin olduğu her yerde çocuk istismarı, ırkçılık, kadın cinayetleri, tecavüzler, yolsuzluklar, haksızlıklar, haksızlıklar, haksızlıklar! Şarkıda şairin dediği gibi Her şey sermaye için sevgilim. Namusumla vergimi ödüyorum deyip insan pazarlamaktan hiç vazgeçmeyen Matiltd Manukyan’a mahallede basit bir terziymiş gibi saygı duymaları da bu yüzdendi. Benim çocukluğumda mı böyle değildi, yoksa yalnız ben mi kalbinden tırnaklarının ucuna kadar insan bir ihtiyarın kucağında büyüdüm? Bilmiyorum.
Diyanet İşleri Başkanı diyor ki: “Her çocuk Müslüman doğar, daha sonra anne babası onu Yahudi yapar, Hristiyan yapar.” Daha üç yaşında bir çocuk –dedesinin hem kızı hem torunu, kız kardeşi olarak doğmuş babasının- tecavüzle öldüğü bugün her şeyden önce ilk cümle şu olmalıydı oysa: Her çocuk dokunulmaz doğar. Eğer İslamiyet bir çocuğu dokunulmaz kılmıyor, kadını kılıçtan geçirmek haktır diyorsa, ben Müslüman değilim. Dünya geliştikçe ilkelleşen insan kavmi benim kavmim değil, kabul etmiyorum bunu. Mezarıma yalnız girdiğim gün hesabını yalnız vereceğim hayatıma kendi çıkarları için güncelledikleri din fetvalarını dayatanları dinlemeyeceğim. Kafama sıkmayacağım, köprülerden atlamayacağım, cezalandırılmaktan korkmayacağım, derisi yüzülen Hallaç-ı Mansur gibi etlerim parça parça olsa da doğru olanı dile getirmekten sakınmayacağım. Bu zihniyetin yüzüne yüzüne vuracağım, onunla mücadele edeceğim. İslam bu değil, bunu kabul etmeyeceğim.
Bu günlerde yalnız kedere kurulmuş bozuk saatler gibi ben de göğsümün üstüne elimle bir iki kez vurduğumda çalışmaya başlıyor, bozuk bir tüfek gibi patlayarak kalbim. Bu kadarına bile tahammül edemiyorum bazen. Yaşadığım bu kasabaya ilk taşındığımda bitişiğimdeki evde yaşlı bir kadın otururdu. Leman Teyze. Huysuz, hırçın, insan sevmez bir ihtiyar kadındı. İnsanı insandan soğutanlar, size cehennem ateşi yetmez. Size Araf ateşi gerek. Bahçesine giren çocukları gözünü kırpmaz, taşlardı. Ben öyle sanırdım. Çok sonra öğrendim ki, kapısını örtüp ağlarmış. Kimseyle konuşmaz, iyi geçinemezdi. Yine de iyiliğini dara düşenden esirgemezdi. Elinden bir bardak su içmezler diye, iyiliğini geceleri sessizce kapıların ağzında bırakır evine dönerdi. İyilik bir hatıradır derdi. Çocuk yaştan ilk gençliğine kadar ömrünün en güzel günlerini genelevlerde, pavyonlarda geçirmişti. Çok sonra öğrenmiştim, elinin üzerindeki yaranın nasıl olduğunu. Elinin üzerinde dövmeden bir numara vardı. Dövmesini silmek için üzerine sıcak ütü basmıştı. Yara gider izi kalır, buna denir sanırım. İnsanı kötüye, suça iten toplumun kendisidir. Böyle şeyler el birliğiyle işlenmiş cinayet gibidir. Çoğunluk böyle bir suça ortak olduğunu bile bilmez. Çünkü kamunun kamu davalarından haberi olmaz. Genelevleri taşlayanların o kapılardan sayısız kez girip çıktığını da biliyoruz ayrıca.
Gözlerinin içine ne zaman baksam görürdüm. Ütüsüz gömlek gibi gözlerinin içinde insan, çıkmaz bir leke gibi dururdu. Yabani güvercinler gibiydik ikimiz yan yana kalabalığın uzağında. Bir gün aynı dala konduk. Ben bir fanusun içindeydim, bilmezdim dışarıda hayat nasıl? O’ysa bir oltanın ucunda çırpınan bir balık gibiydi. Yanında ilk kez beş dakika oturduğumda, pratiğe geçmedikçe bütün teorilerin insanı öldüren şeyler olduğunu öğrendim. Ne mutlu ana rahmini teğet geçip gidenlere derken bile doğmuş olmanın travması içindeydi. O günler bana öleceğimi söylemişlerdi. Eve dönerken yüzüm asıktı, yolumu kesmişti. Sanki dünya sırtımda açık bir yara, ağır bir kaya gibi duruyordu. Öyle çok insan görmüş, öyle çok insan dinlemişti ki, halden anlıyordu. O gece avlusunda bir sofra kurmuştu. Seksen küsur yaşındaydı. İçini kimselere açamayan o yaşlı kadın, o gece kalbini de kapısını da bana açmıştı. Bana bir sigara uzatıp bir kadeh doldurmuştu. Yoktu hiç söyleyecek bir şeyim. O anlatıyordu, ben dinliyordum. İşte o günler öğrendim, iç çekmekten insanın kalbinin bozulduğunu, gençliğinin dalında bir gonca gül gibi patlamadan solduğunu. Bazı insanlar aynı hayatı yaşarız; aynı biçimde başka yerlerde, başka zamanlarda. Hiçbir zaman diğerleri arasında kendilerine bir hayat kuramayanlarla. Hayatsız Kadın “Ayşe” gibi. Leman Teyze bir Mayıs sabahı biz tanıştıktan sonra herkesi benim gibi sandığı için evinde misafir ettiği iki genç insan tarafından yastıkla boğulup öldürüldü. O sıralar çok uzaklardaydım. Döndüğümde kırık bir çevrenin içinde yırtık bir fotoğrafını bulmuştum sadece. İnsan her şeyi onarabilir, yırtılmış bir fotoğrafı bile ama onun verdiği hissi silip atamaz bir daha asla. Avlusu bu dünyanın en güzel avlusuydu. Onu kimsesizler mezarlığına gömdüler. Bir zamanlar avlusundaki tulumbadan su çeken komşuları; o ölünce bahçe kapısını kırmışlardı, camlarını taşlamış, eşyalarını yağmalamışlardı. Varlığını sonsuz vergiye bağlayan kurumlar ve akrabaları etiyle, kanıyla kazandığı her şeyi aralarında bölüştüler ama onu kimsesizler mezarlığına gömdüler. Suçu neydi peki? Suçu bir başka Ayşe olmaktı. Sicili ancak ölümünden kırk yıl sonra silinecekti üstelik. Tıpkı Ayşe’nin de dediği gibi. Neden, toplumun vergileriyle hayat bulduğu bir genelevden çıkmıştı çünkü. Tükrükçü gibi. En marjinal kitaplarda, en aykırı yazarların bile sadece insanı aşağılayan bir kelime olarak kullandıkları, orospu deyip geçtiği biri olarak yaşamanın ağırlığı kadar insanların da ağırlığı altında kalarak. Oysa orospu-orospuluk kavramlarını ilk kez en doğru biçimde Kemal Tahir kullanmıştır:
"Orospunun dişisi, erkeği olmaz. Orospuluk huydur. Söz verip tutmamak, borcunu inkâr etmek, birini casuslamak, arkadan adam vurmak, kendinden zayıfı ezmek; hatta korkmak bile yerine göre orospuluktur.”
Hayatsız Kadın “Ayşe” dünyanın bütün kadınlarından sadece biri. Çocukları da temsil eder, yetişkinleri de. Sadece dokuz yaşında öz amcası tarafından tecavüze uğramış, eğitim nedir bilmez bilinçsizce çoğalan bir anne babanın evladı olarak dünyaya gelmiştir. Ve bu eğitimsizliği sadece yoksulluk kötü geliştirmiştir. Yetimhanelerden genelevlere, oradan sokaklara insan eliyle itilip durmuştur. Ne çocuk olmak, ne doğmuş olmak değil suçu. Suçu insanların arasında bir insan olmak. Benim korkum yok, bu ülkede babalarının çocuklarını doğuran kız çocukları var. Bazı kitaplar sadece eğitim içindir. Ve eğitim aslında sadece birlikte çocuk yetiştiren iki kişi arasında gelişir. Okullarda, kurumlarda değil. Okullarda, kurumlarda eğitim olmaz, öğretim olur. Bu açıdan “Hayatsız Kadın” Ayşe evde eğitimin başarısız olduğu bu ülkede bir eğitim kitabıdır. İbretler silsilesi olarak değil ya da acı, trajik bir hayat öyküsünden başarı hikâyesine bir örnek, hiç değil. Bir kadının bir erkek karşısında ya da bir erkeğin bir kadın karşısında neler yapması gerektiği konusunda bir kitap da değil. Tek başına insanın, insanlar içinde kendini neye karşı nasıl savunması gerektiği üzerine bir kitap.
Ayşe Tükrükçü ve Alper Uruş
Bir roman olsaydı, belki çok daha edebiyatla ilişkili bir şey olduğu için dikkatleri üzerine çekebilirdi. Öyle sanılırdı. Böylesi yanılmayı sevenler için tabii! Oysa metne inmiş her şey hayatla ilgilidir zaten ve hayat edebiyatın en acı kaynağıdır. Bazı şeylerin kendilerine has literatürlerdeki tanımlarına zıt tanımlar yapmak zorundayız. Çünkü söz konusu bir insan. Sermaye değil, üzerinde etine işlenmiş etiketli bir nesne değil. Ama düşününce insan da kırılan bir şeydir, bazen bir daha onarılamayan. Onarıldıkça kendinden başka bir şey olan. Kitabı Alper Uruş kaleme almış. Yeni bir kitap değil. Böyle bir kitap çalışmak ne cesaret işi ne de prim. Böyle bir kitap burada bir hata var, burada bir haksızlık demenin bir başka biçimi. Ayşe Tükrükçü, konusunu hayatından alan bu kitapla neler başardı dersiniz? Toplumun itelediği bu insan toplum için neler yaptı dersiniz? 2016 yılında evsizleri topluma geri kazandırmak amacıyla kurulan Hayata Sarıl Derneği ile Hayata Sarıl Lokantası’nı açtı. Evsizlere böylece hem tok uyudukları bir ev hem iş olanağı sağladı. Bu insanların suça karışmasını, intihar etmesini önledi. Aynı ismi taşıyan bir de iyileştirme merkezi. Bütün bunlara bakınca Ayşe kendini mi değiştirdi? Diyeceğiz, hayır. Akıllı bir çevre mühendisi gibi çevresini değiştirdi. Elinin değdiği yerlere tohumlar serpti. İnsanlar öz evlatlarına kıyarken, o bugün hâlâ kaybettiği ve cenazesini bile düştüğü tuvaletten çıkaramadığı çocuğunun yerine bir sürü genç insanı koydu. Yaralara merhem gibi işlere adadı kendini. Devletin yapamadığını yapıyor, Devlet gibi kadın diye ona derim işte.
Sizi de değiştireceğiz bir gün. O gün hiç uzak değil. Acıdan üstün acılar sürmeye devam ederken, evim dedikleri yerlerde kadınlar öldürülürken, çocuklar en güvenli yerlerde istismara uğrarken, bu şiddetin bu vahşetin erkekleri de hızla dişlerinin arasına aldığı bu değirmende yasaların ve inançların bunlara çözüm üretmesi gerekirken en ucuz tabirle bütçe hesapları peşinde uygulanması gereken hiçbir şeyin uygulanmadığı bu günler, orospu diye yaftalayıp ittikçe, savurup toplumdan en uzağa atıldıkça bile vergi ödesin diye insanların hayatlarına prangalar bağlayan bu sistem dünyanın her yerinde bir gün yüz üstü düşecek. Her şeyi sık eleyip ince dokuyanlar şunu hep görmezden geliyor, bu dünya genelevlerin vergisiyle dönüyor. İnsan öyle bir yanılıyor, yanıldığı yanlışa öyle çok tapıyor ki, içinde bulundukları toplumları en iyi bilen peygamberlerin bile hayat kadınlarına merhamet duyan, saygı gösteren insanlar olduklarını kabul etmek istemiyor. Koca Mevlana’nın dergâhına gelen ve önünde diz çöküp sen utanma dediği kadının hayat kadını olduğunu bilmiyor. Dillere pelesenk olan o İlk taşı günahsız olanınız atsın sözlerinin İsa’nın bir hayat kadınını savunurken kurduğunu bilmeden söylenmesi ne acı. Demek ki, herkesin önce kendini görmesi için sularda, aynalarda kendine bakması gerekiyor. Bu hayatta orospulardan daha tehlikelisi her şeyi ve herkesi alıp satmaya kurulmuş pezevenklerdir. Dost acı söyler, harama el sürmedim diyenler, komşum açken tok yatmadım diyenler, kırkta birciler. Göz yumduğunuz her acıya ortaksınız. Oturup tıka basa yiyip içtiğiniz sofralarda insan eti çiğneyip aslında kan içiyorsunuz. Bir gün bütün dünyanın bütün orospuları kafeslerinden dışarıya çıktığında, örgütlenmek nedir, nasıl olur öğrenip uyguladıklarında insan göreceksiniz. Okuyup iğrendiğinizi, bazen çok az miktarda sadece üzüldüğünüzü söylediğiniz kitapların dışında kalan bazı kitaplarda sadece kendinize hesap vereceksiniz.
“Hayatsız Kadın” Ayşe sadece okunmasın, Hayata Sarıl Lokantasına da gidilsin. Genelevlere ve bankalara gitmekten daha güzel… Zaten hiç anlayamam, Müslüman ülkelerde genelevler ve bankalar neden var? Belki de din ve ticaret ortak bir ideolojidir. İdeolojiler öldürür. Toplumsal tabirle ‘kötü’den ‘iyi’ye evrilen sonsuz iyiye coşkuyla akıp giden bir şeydir. Suyun ve rüzgârın yönünü kıranlar, çorak toprak çatlarsa insan yutar! Ne zaman böyle bir kitap okusam içimden örgütlenmek gelir. Çünkü iyilik bir hatıradır. İnsanların kaderleriyle oynamayın. Onlara sadaka değil, hayatlarını geri verin. Ne kadar yakından, ne kadar uzaktan baksam da dünya bazen bir hayvan pazarı gibi duruyor. Kuşları da insanları da çıkarın artık bu kafesten dışarıya. Feminizm de, insan hakları da teoriden pratiğe geçsin artık. Kimse kimsenin gölgesinde açan dikenin büyümesine göz yummasın. Herkes herkesi tanısın. “Hayatsız Kadın” Ayşe bu dünyanın en ibretlik cümlelerini de içerse, ahlaksızlıkta tökezleyip rengini göstermiş bütün kitaplardan daha kutsaldır. Bu yazının sonunda, işte tam da burada, “Tuzun kuru tabii ne güzel konuşuyorsun” diyenlere, sadece şunu söylemek isterim; Ben tuzla sadece yaramı gizliyorum. Siz sadece tuzu görüyorsunuz. Ben biraz deli yazarım; son kez kemikleşen bu gidişat için yazanlara, yazanlar arasında kalanlara ve okuyanlara şunu söylemek istiyorum: Kemikler de birgün kırılır, sustuğunuz şeylerle sınanırsınız. O gün bu yazıyı hatırlayanız. Sadece sözle dindar, feminist ya da ne olması gerekiyorsa, bu bıçağı yerinden çıkarmak için, olunmaz. Bazen gerçekten dürüst ve ahlaklı bir insan arıyorum, çünkü nefsi için eli, gözü kimseye değmemiş Imannuel Kant’ın öldüğünü unutuyorum. Her gün ne kadar çok şeye ne çok karşı çıkarsak çıkalım o kadar çok artıyor toplumsal ızdırabımız. İstanbul Sözleşmesi’ni bir daha düşünün, yoksa hiç yaşamadan ölmek için doğacak yeni nesiller.