Erzurum’da bir ilköğretim okulu müdürü konuştu ve pek çok kişi dehşete düştü. Bir öğretmenin, dahası öğretmenlere yöneticilik yapmakla görevlendirilmiş bir öğretmenin o sözleri söylemiş olmasına inanamayanlar bile çıktı. Oya Baydar TV’de seyrettiğinde “Herhalde yanlış duydum” demiş. Doğru duyduğunu anlayınca da oturmuş bir yazı döşenmiş. Bir arkadaşım telefon etti, “Yav adam espri yapmış da sen ve senin gibiler kaptıramamış olabilir misiniz” diye sordu.
Cin fikirli, mizahın tadını da dozunu da iyi tutturan gençlerin çıkardığı internet sitesi Zaytung bir okur mektubu numarasıyla konuyu kara mizaha yükseltti: "Bu açıklamayı hele de bir eğitimciye hiç yakıştıramadım. Bizim, bu çocukları yok etmek yerine onları ülke ekonomisine nasıl kazandırabiliriz, buna kafa yormamız gerekiyor. Termik santrallerde yakıt olarak kullanılabilir, kozmetik sektöründe hammadde olarak değerlendirilebilir. Sonra, Et ve Balık Kurumu var mesela... Bilemiyorum, şimdi ilk aklıma gelenler bunlar..." (Arasıra, hele içinizin karardığı günlerde www.zaytung.com’u tıklayıp içinde turlayın. İyi gelecek; bana güvenin...)
Bana gelince...
Şaşırmadım. Erzurum’daki okul müdürünün çok özel, benzeri bulunmaz bir istisna olduğunu filan da düşünmedim. Eğitim sistemimizin kanayan bir yarası, bir başka deyişle eğitim sistemimizin yüz karası epeydir bildiğim bir gerçek.
Son olay bu gerçekle yüzleşmeye yol açarsa ne iyi. Yoksa...
Gelin bunu biraz deşelim...
* * *
Biraz gerilere gideceğiz. Bugün 50’yi devirmişlerin az çok hatırlayacağı, 60’a merdiven dayamışların iyi hatırlayacakları yıllara, 1970’lere...
Cumhuriyet’in orta öğretime öğretmen yetiştirecek kurumu Ankara’daki Gazi Eğitim Enstitüsü idi. Yıllar geçtikçe yetersiz kaldı. Yeni eğitim enstitüleri açıldı. Orta öğretime öğretmen yetiştiriyorlardı. Sayıları azdı (1970’de 12, 1973’de 1978’de 18). Başlangıçta, yani Cumhuriyetin ilk dönemlerinde eğitim enstitülerindeki öğrenciler ülkenin seçkin aydınları arasında yeralan öğretmenlerce yetiştiriliyorlardı ve gittikleri ortaöğrenim kurumlarında (ortaokul ve liseler) mesleki ve kültürel donanımlarıyla ışık saçıyorlardı.
Sonra 1970’li yıllar başladı. Haydi daha da ayrıntılayalım 1974’de orta öğretimde artan öğretmen ihtiyacını karşılamak için inanılması güç bir yol bulundu. Eğitim enstitümlerinde öğretmen olmak istelenlere gece eğitimi, mektupla eğitim ve hızlandırılmış eğitim adı verilen uygulamalarla enstitüler fabrikaların akar bantlarına benzeyen bir hızla öğretmen yetiştirmeye başladılar.
Şimdi burada bir soluklanın ve 1974’ün aynı zamanda her yıl inanılmaz bir hızla tırmanarak 1980’e doğru ülkeyi adeta bir iç savaş ortamına sürükleyen çatışmaların da başladığı yıl olduğunu da hatırlayın. Ülkenin bütün üniversiteleri, liseleri, polisleri, teknik elemanları, öğretmenleri, dernekleri, sendikaları ve... Ve eğitim enstitüleri bu çatışmanın merkezinde yer alıyorlardı. Çatışma(lar) bir tarafta solun her boydan ve soydan irili ufaklı örgütleri ile ırkçı-milliyetçi MHP’nin gençlik kanadını oluşturan Ülkü Ocakları militanları arasındaydı.
Bu iki zıt ideolojinin çatışması hızla silahlı çatışmaya dönüştü ve kısa süre sonra sadece silahlı çatışma halini aldı. Ülke çıldırmış gibiydi. Gazeteler tek tek çatışma ve ölüm haberleri vermiyor, meslek adına hazin bir klişe kullanıyorlardı: “
Karşıt görüşlü gruplar arasında çıkan çatışmalarda bu gün 37 kişi öldü... 41 kişi öldü... 77 kişi öldü... 29 kişi öldü...”
Karşıt görüş ne, görüş ne? Bunlara yer yok. Sadece istatistik bülteni gibi sayılar: 38 kişi öldü... 47 kişi öldü... 91 kişi öldü...
O günlerden kalma kötü bir anekdot vardır: Yazıişleri masasındaki deneyimli gazeteci tıfıl olana dönmüş, “Bu gün kaç kişi öldürüldü” diye sormuş. Tıfıl “9 kişi” demiş. Öteki “Manşeti ‘Memleket sakin bir gün geçirdi’ yapalım” demiş...
Ülkede kan ırmakları akarken, güya çatışmaları durdurmak için ardarda ilan edilen sıkıyönetimlerde 1980 darbesine hazırlanan generaller çatışmaları daha da tırmandırıyorlardı. Ülkeyi yöneten Milliyetçi Cephe hükümetinde MHP koalisyon ortağı idi ve Başbakan Demirel utanmadan “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” buyuruyordu.
İşte o günlerde bir kaç istista dışında hemen bütün eğitim enstitüleri Ülkü Ocaklı ırkçı-milliyetçi militanların denetimine girdi. Öğretmen yetiştirme gibi bir alanda gece eğitimi, hızlandırılmış eğitim, mektupla eğitim denen ve pedagoji biliminde ancak cinayet diye nitelenecek uygulamalarla 1974-1980 arasında ortaöğretim kurumları için 130 bin (Yazıyla: Yüz otuz bin) öğretmen (öğretmen?) yetiştirildi. Gece eğitiminden 15.000, mektupla eğitimden 45.000, hızlandırılmış eğiimden 70.000 öğretmen. MHP, kadrolarını, sempatizanlarını en kestirme yoldan hem iş güç sahibi kılmış, hem eğitim-öğretim sisteminin omurgasına yerleştirmişti...
Eğitim enstitüleri sözcüğün tam anlamıyla çökmüştü. “Solcuların” egemenliğinde kalabilmiş az sayıda enstitüde de durum çok farklı değildi. Mesleğini seven, mesleğinin gerektirdiği donanımı edinmiş pırıl pırıl öğretmenler kuşkusuz vardı. Ama tıpkı Ülkücülerin egemenliğindeki enstitülerde olduğu gibi ilkokul düzeyinde bilgisi bile kuşkulu ama “solcu” öğretmenler de çıktı. O yıllarda bunlardan pek çoğu ile aynı hapishanede bulundum. Kulaktan dolma değil, dolaysız tanıklık ettim. MLSPB (Markist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri) örgütünden içeri düşmüş birini unutamam. Matematik öğretmeni olmuş, işbaşı yapamadan içeri düşmüştü. Üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu kanıtlayacak bilgi bir yana, iç açılar toplamının 180 derece olduğunu bile bilmiyordu. Dayanamayıp sormuştum:
- Nasıl mezun oldun sen peki?
Arsız bir gülüşle cevapladı:
- Bizde diploma 14’lüyle alınır.
14’lü o dönemde şiddete ve silaha tapan sağ ve sol militanların gözde silahının adıydı...
1990’da siyasal göçmenlikten döndüğümde 14’lüyle diploma alan “solcu” militanla Sağmalcılar Cezaevinde yine karşılaştım. Bizim koğuşta değil, itirafçılar koğuşunda kalıyordu...
* * *
1974-1980 arasında eğitim enstitülerinden mezun olanlar bugün 50 yaşını geçtiler. Kıdemli öğretmen onlar. O kadar ki okul müdürü bile oluyorlar.
Ama içlerinden pek çoğu hâlâ aynı siyasal zihniyeti ve ideolojiyi taşıyorlar; üçgenin iç açıları toplamının kaç olduğunu bilmiyorlar ve yeni doğmuş bebeğin kanını analiz edip, gen haritasını çıkarıp vatana milllete yararlı olup olmayacağının anlaşılabileceğini düşünüyorlar.
Bugünlerde bir gazetede ya da bir sohbette birileri “Türkiye çağ atlıyor” derse, ona benden okkalı bir selam söyleyin e mi?