Bir belgesel seyrettik: Hawar Lice !
Usta işiydi…
Kezzap tadındaydı…
Önceki gün, İstanbul’da, küçücük salonu dolduranların -genç olan bir kaçını saymazsanız -tümü devletin zorba gücünü, devlete tapıp onu ne pahasına olursa olsun koruyanların “ürpertici refleksleri”ni ya kendi bedeninde tatmış ya defalarca dolaysız tanık olmuş kişilerdi. Onca deneyime, onca görüp geçirmişliğe rağmen hepsi sarsıldılar. Yeni bitirdiğimiz yılın Newroz’undan beri yaşadığımız “çatışmasızlık ortamı”nın önemini bir kez daha ve bu kez daha güçlü bilince çıkardılar.
Bir belgesel seyrettik: Hawar Lice !
Usta işiydi...
Kezzap tadındaydı…
* * *
22 Ekim’di. Yıllardan da 1993.
Cumhuriyet santralından bir telefon bağladılar. Boğuk bir ses. Hıçkırır gibi konuştu:
- Lice yanıyor. Yanan evlerde insanlar da yanıyor. Çocukları bile kurşunluyorlar. Lice’de kan ve ateş…
Hıçkırır gibiydi. Telefon mu kesildi, o (tanımadığım O) ağlamaktan sözünü mü tamamlayamadı bilemem. Ama ses kesildi.
Kanlı, karanlık yıllardı. O kırık dökük cümleleri duyunca deneyimli habercilerin “Dur bir dakika. Kim yaktı; kim öldürdü; neden “ gibi abes sorular sormadığı yıllardı.
Uçakta güç bela bir yer bulundu, fukara Cumhuriyet’in muhasebesinden birkaç kuruş koparıldı ve sabahın köründe Diyarbakır’a inildi.
Lice’ye gidilecek.
Anayasasında “Seyahat özgürlüğü” yazan Türkiye’de, 1993 sonbaharında Anayasa’nın o bölgede geçmediğini bilecek kadar deney birikmişti. OHAL valisine çıkılıp Lice için izin istendi. Vali ısırır gibi gülümsedi ve “Anayasa yurttaşların istediği yere gidebileceğini yazıyor. Bilmiyor musunuz? İzin de nereden çıktı” dedi.
Hiç birimiz yutmadı. Yutmadığımızı vali de anladı. Yine ısırır gibi gülümsedi.
Bir minibüs bulundu. Yedi-sekiz haberci içine doluştu.
Yönümüz Lice…
Bilen bilir, Diyarbakır – Lice arasında tepeyi aştıktan az sonra Lice’nin görüneceği noktada bir karakol vardır: Mermer Karakolu. Çoğu kez bir astsubay, bilemedin teğmen komuta eder. Birkaç manga da asker.
Mermer Karakolu o gün bir albayın komutasına verilmişti. Gök delinmişcesine yağan yağmur altında yol askerlerce kesildi. Bir erin tuttuğu şemsiyenin altında kudretli albay kestirdi attı:
- Geri dönün. Lice’ye gidemezsiniz.
Yüzümüzden süzülen yağmura rağmen ısrar etmek istedik. Birimiz kırık dökük cümlelerle:
- OHAL valisi ile görüştük… Bize dedi ki…
Cevap sırt ürpertecek kadar sertti:
- Vali de ne s.kimmiş… Dönün. Hemen. Şimdi…
Döndük.
Devlet, Lice’den yükselen “hawar”ı (=çığlık, feryat) kimse duymasın istiyordu.
Haberciler gördüklerini değil duyduklarını anlatabildiler.
Birkaç gün sonra ana muhalefet partisinin lideri Deniz Baykal Lice’ye gitmek istedi. Mermer karakolunu aştı ama Lice girişindeki taburu aşamadı. Taburda çayını içti ve geri döndü…
Devlet, Lice’den yükselen “hawar”ı (=çığlık, feryat) kimse duymasın istiyordu.
* * *
Bir belgesel seyrettik: Hawar Lice !
Usta işiydi…
Kezzap tadındaydı…
Yönetmeni Veysi Polat (O şimdi asker!). Ona alkış…
22 Ekim 1993 cankırımını anlatan Lice’nin yürekli tanıklarına teşekkür.
Bana gelince…
Nice savaş görmüş, nice zulme tanıklık etmiş epey kıdemli bir gazeteciyim.
Gece uykumu karabasanlar böldü.
23 Ekim 1993 sabahı yayınlanan gazete başlıkları gözümün önünden geçti:
“Mehmetçik, Lice’de teröristin üstüne ölüm olup yağdı… Lice’de terörist avı… Bölücü teröristler Lice’yi bastı, Licelileri mehmetçik kurtardı… PKK Lice’yi yaktı, general Bahtiyar Aydın’ı öldürdü…”
Uykuyu bölen karabasanlara utanç, meslek utancı eşlik etti.
İnatla hukuku, insan haklarını savunanlar Lice cankırımının katillerini gün ışığına çıkarıp yargıç karşısına dikmeyi başardı.
Bugün Diyarbakır 5. Ağırceza mahkemesinde duruşması var. Yargıçların önündeki savcı iddianamesinde “O gün Lice’de herhangi bir PKK baskını yapılmadığı; PKK ile askeri birlikler arasıda herhangi bir çatışma yaşanmadığı belirlenmiştir” yazıyor.
* * *
Bir belgesel seyrettik: Hawar Lice !
Usta işiydi…
Kezzap tadındaydı…
Ey okur !
Benden belgeseli anlatmamı bekleme. Beceremem. Sen sen ol, bir fırsat bul, bulamazsan yarat, Hawar Lice’yi seyret.