Kaldırın başınızı, gökyüzüne bakın.
Bırakın şimdi TV ekranından ağır ince ahkâm kesenleri seyretmeyi; Erzurum’a indirilen Ermenistan uçağına ilişkin gelişmeleri izlemeyi. Vazgeçin gazete sayfalarında her derde deva, lakin hiçbir işe yaramayan reçeteler okumaktan...
Kaldırın başınızı, gökyüzüne bakın.
Hava kapalı mı?
İyi ya! Kaldırın başınızı kül rengi bulutlara bakın. Gökyüzünün hüznü şiirler çağrıştırsın belleğinize.
Yağmur mu yağıyor yoksa?
Çok daha iyi! Düşen damlalardaki bereketi keşfedin. Güz yağmurudur. Güz ekiminde tohum serpilmiş tarlaların üstüne yaşamın özsuyu olup düşüyor o damlalar. Sevinç dolsun içiniz. Mutluluk böyle bir şeydir aslında...
Gökyüzü açık, orasına burasına ak bulutlar mı serpiştirilmiş ?
Ne güzel! Bir bulut kümesi seçin; ağır ağır akışında zamanın bir başka ölçüsünü arayın.
Kaldırın başınızı, gökyüzüne bakın...
* * *
Sözüm sana değil delikanlı. Başını eğmediğini biliyorum. Ama kaldırmanı da isteyemem senden.
Sözüm sana değil genç kadın. Sen de kaldırma başını yukarı.
Ne göreceğini biliyorsun. Biliyorum. Aslında bilmeyen kalmadı. Ama düşünmek isteyen, düşünmeyi, anımsamayı unutmayan o kadar az kaldı ki...
Ey Edirne'nin, Tekirdağ'ın, Sincan'ın, Sakarya'nın, İzmit'in, Bolu'nun, adını unuttuğum nice kentin açıklarında kurulmuş F tipi, E tipi hapishanelerde yatan delikanlılar ve genç kadınlar.
Hayır, sizden başınızı gökyüzüne kaldırmanızı istemeye hakkım yok, hakkımız yok.
Göreceğiniz belli. Demir parmaklıklı pencerelerden süzülmüş cılız güneş ışıkları. Tam karşınızda beş metrelik beyaz badanalı, çırılçıplak bir duvar. Plastik masalar, iskemleler, kaşıklar, çatallar. Beton ve plastikten ibaret bir dünya.
Yaprak yeşili, gök mavisi, bulut beyazı, erguvan çiçeği sizin için artık gitgide silikleşen birer anı...
Kuşlar bile uçmaz oldu üç beş metrekare ile sınırlanmış "sizin" gökyüzünüz"den. Yolunu şaşırmış bir sersem kelebek bile uçamıyor o kadar yüksek duvarlar üstünden.
Siz başınızı kaldırıp gökyüzüne bakmasanız da olur.
Bir kısmınızı 20.yüzyılın son yılının, son ayının ondokuzunda "hayat"a döndürdüler. Yaktılar, uzun namlulu tüfeklerle vurup ölümüne yaraladılar, çelik coplarla ezdiler, metal kasalı araçlara doldurup boyası henüz kurumamış, betonu henüz ıslak hapishanelerin hücrelerine tıktılar. "Yüksek güvenlikli hapishaneler"di. Güvenliklerini güvenceye aldılar ve sizleri unuttular.
Ama daha da acısı: Unutturdular...
Bir kesiminiz dört duvar arasında o kadar kıdemli değil. KCK diye tutturdular ve “Bunun gönlü Türklere değil Kürtlere ağıyor” hesabından başlayıp “gönlüne” ne söz “kendi” zaten Kürt olanlara kadar uzanan bir kirli hesapla hapishaneleri tıka basa doldurdular.
Başlangıçta toplumsal ilgi ve tepki kabarıktı. Tepki kabaracağına sönümlendi. Duruşma haberleri gazetelerde tek sütunluk haber bile olmuyor artık. Zaten hüküm kesilip yatanlar ise “duruşma günü” değil olsa olsa “görüş günü” hesabı tutmakta.
* * *
Plastik masalar, iskemleler, kaşıklar, çatallar. Beton ve plastikten ibaret bir dünya.Yaprak yeşili, gök mavisi, bulut beyazı, erguvan çiçeği onlar için artık gitgide silikleşen birer anı...
Oysa çağdaş infaz hukukunda "hapis cezası" toplumdan yalıtlamaktır; yaşamdan değil.
Hukukun kuralları, ilkeleri değil, mülk nizamının acımasız gelenekleri işliyor. Hapsedip toplumdan yalıtlamak değil, sadece çıldırtıcı ak duvarların görülebildiği hücrelere tıkılarak yaşamdan yalıtlanmaları tercih edildi.
Devlet cezalandırmak yerine intikam almayı yeğledi.
Umursayan olmadı.
Unutturan oldu.
* * *
Edirne F Tipi cezaevinde, 100 gramlık plastik yoğurt kabının içinde bir tutum yeşil ot (Bir tutamcık yonca, ayrık otu, yayla çimeni, pampıl, sirken, kediotu, yaban nanesi, güne küstü...) yetiştirme isteği hapishane yönetimince reddedilen delikanlı sözüm sanadır:
Boş ver. Başını kaldırıp gökyüzüne bakma. Göreceğin ne ki? Yüksek duvarların çıldırtan beyazlığı ve demir parmaklıkların böldüğü dört köşe kesilmiş bir gökyüzü parçası...
Başını kaldırma. Ama kitap okumak dışında başını eğme de...
Görecek güzel günler olduğuna inancını yitirme...