Eğer yazı gününüzse, ne kadar kıdemli, ne kadar alışkın olursanız olun içinizde sıkıntıya benzer (ama sıkıntı değildir) bir duygu çöreklenir. Ya “Ne yazsam” sorusuna farkında bile olmadan cevap aramaktasınızdır ya da eğer konu bolluğundan boğuluyorsanız “Hangisini yazsam”la didişmekte...
Duvardaki saat yazıyı yollamaya daha çoook saatler olduğunu gösterse de içinizdeki saatın tiktaklarını adeta ve sürekli duyarsınız...
Oysa Eylül’dür... Cumartesi gecesinden kalma “dolunay mutluluğu” hâlâ sizi kışkırtmakta, “Klavye başına geçmek de neyin nesi? Göğe bak, denize bak, dolunay ışığında süzülen tekneye bak, karidese çıkan balıkçı motorunun mırıltısından (homurtusundan değil mırıltısından) şiirler mayalandır” dedirtmektedir.
Arada bir aklınıza sizden siyasal yorum, dünya ahvali üstüne kelam bekleyen kimi okurlar düşer. Keyifli bir bencillikle “Boşver. O da başka bir yazarı okuyuversin. Sen Eylül’e bak” dersiniz.
Şimdi olduğu gibi...
* * *
Eylül’dür. 11 Eylül saldırısının 10. yıldönümüdür. Yazar dediğin bunu atlamaz. Şiddetin en ürkütücü boyutlarda somutlandığı gün üstüne ince ağır ahkâm kesmek gerektiğini düşünür.
Üstelik ertesi gün (yani bu yazının okunacağı gün) bir başka uğursuz yıldönümüdür, hem de kendinin hayatından, en verimli çağında 12 yılı çalmış bir 12 Eylül’ün yıldönümü...
Ama Eylül’dür. Bir hafta sonu kaçamağındasındır. Marmara’nın ortasında yazlıkçılardan, turistlerden arınmış bir Ada kış uykusuna hazırlanmaktadır. Yamaçlarda, tepelerde köstebekler, yılanlar, tarla fareleri de öyle. Hırsız saksağan da görünmüyor artık. Yazdan kalma kırlangıç yuvaları artık boş. Yavrular çoktan uçmayı ve şimşek hızıyla sinek yakalayıp karın doyurmayı öğrendiler. Gökyüzünde göçmen kuşlar uzun yolculuk için kanat çırpmaya başladılar bile.
Deniz sanki geceki dolunayı emmiş gibi ışık ışık. Zeytinlere benek düştü düşecek. Bağbozumu yeni bitti. Bağ evlerinde şaraba dönüşmek üzere gün sayan şıra kokuları yükselmekte. Ayçiçeği yani gündöndü yani günebakanlarda hasat zamanı.
Çınarlar yaprak döküyor artık; ayva sarardı; nar gülüyor; güz incirleri olgunlaştı; kabuğunu soymadan ye; ağzında erir...
Çarşaf kırışığı denizde karabataklarla yanyana yüzmenin; Eylül denizinin ısırmadan öpen serinliğinde hedefsiz kulaç atmanın tam da zamanı.
Gel de yaz...
Gel de Kürt sorunu üstüne sanki söylenecek söz kalmış gibi paragraflar doldur. Gel de “Mavi Marmara’dakiler Israil zorbalarına şiddet kullanarak direnmeli miydi, direnmemeli miydi” tartışmasına bir ucundan da sen karış. Gel de “Kirli dudaklarını tertemiz alnıma değdirmem” cümlesinde yürekler acısı kibri tırmıkla...
Gel de...
* * *
Gelme...
Eylül’dür...
Güzdür.
Hüzün ve sevinç kucak kucağadır..
Yazıyı burada bitir.
İn kıyıya; taş sektir...
Yaşa...