Dünden bugüne Kürt sorununda olası bir barışın, ateşkesin değil, barışın; kalıcı, Türkiye’nin önünü açıcı bir barışın koşullarını tartışmaya çabalıyorum.
Dünden kalan bir vurguyu yinelemek gerek:
Sorun derken “Kürt sorunu”ndan söz ediyorum; PKK sorunundan değil. Şiddeti siyasal mücadele yöntemi olarak benimsemiş bir örgütten kaynaklanan sorunlardan değil; Kürt sorunu’ndan…
Barış derken yarım yamalak bir barıştan değil, Kürtlerin bir daha PKK gibi bir örgütlenmeye ihtiyaç duymayacakları bir barıştan…
Türkler ya da sorunu Türkiye Cumhuriyetinin bir sorunu olarak görenler doğal olarak çözümü de Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde arıyorlar.
Peki Kürtler ?
Dört ülkeye (Türkiye, Irak, Suriye, İran) serpiştirilmiş bir halktan söz ediyoruz. Türkiye sınırları ile sınırlı bir barışçıl çözüm (olacak iş değil ama diyelim ki) sağlanırsa öteki parçalara dönüp “Kardeşler valla biz başımızı kurtardık. Burda eşit haklı yurttaşlık diye tanımlanabilecek tüm haklarımızı elde ettik. Siz artık başınızın çaresine bakın” mı diyecekler?
Kürt milliyetçiliğini savunanlar zaten dört ülkedeki Kürtleri içine alan bir ulus-devlet, bir Kürt ulus-devleti inşaını önlerine hedef olarak koymuş durumdalar.
Peki ulus devletlerin artık ulusal sınırların içine hapsedilmiş halklara bir pranga işlevi taşıdığı günümüzde, Kürtlerin bir ulus-devlet cenderesine sokulmasına karşı olan, milliyetçiliği çağdışı bir ideoloji olarak tanımlayan ve reddeden Kürtler ne diyecek, neyi hedefleyecek ?
Varolan durumu kader olarak belleyip, “Dört ülkedeki Kürtler ayrı ayrı demokrasi ve eşit hak mücadelesi versinler, ötesini sonra düşünelim” demeleri beklenebilir mi ?
Bir başka kaderci teslimiyetle “Ortadoğu’da besbelli ki Kürtler olmasa da yürüyen bir süreç yaşanıyor. Irak büyük olasılıkla güneyde Şii-Arap, ortada Sünni-Arap ve kuzeyde Kürtler olmak üzere üçe bölünecek. Suriye’de Baas rejimi kalıcı olamaz. Filistin şöyle ya da böyle bir çözüme kavuşmak zorunda. Yani nasıl olsa Ortadoğu’da haritalar yeniden çizilecek. İşte o aşamada dört ülkeye serpiştirilmiş Kürtler için bir çözüm fırsatı ve imkanı doğar” deyip uykuya mı yatsınlar?
Türkiye’nin 35 yıldır aradığı ve son günlerde AKP’nin attığı kimi ürkek adımlarla umutların abartılı ölçülerde kabardığı barışçıl çözüme, Kürtlerin penceresinden bakınca çok karmaşık (=kompleks) bir sorun demeti ile karşı karşıya bulunulduğu görülüyor.
İşte bu noktada KCK kısaltmasıyla anılan örgütlenme modeli hak ettiği ölçüde ve derinlikte tartışılmıyor. Ona “PKK’nın kent örgütlenmesi” deyip çıkmak ya da “Hapisten çıkan kıdemli PKK’lılara istihdam yaratma amaçlı bir örgüt modeli” deyip işi sulandırmak niye?
Ya da “KCK Anayasası” diye anılan metni didikleyip, içindeki Stalinist, 20. yüzyıldan kalma madde ve paragrafları –haklı olarak- mahkum etmek ama KCK konusunda bununla yetinmek niye ?
Çok ütopik bulunabilir. Ama Öcalan’ın “devlet olmayan bir konfederasyon” olarak tanımladığı KCK’nın, dört ülkedeki Kürtler arasında, o ülkelerin üniter yapılarına dokunmaksızın kısıtsız bir siyasal, kültürel, ekonomik ilişkiler kurma hedefi ciddiye alınmaya değmez mi ?
Bu mümkün olsa Türkiye’nin önünün de ne kadar açılacağını, gerek ekonomik, gerek siyasal bağlamda Ortadoğu’da ne kadar geniş ve derin olanaklar doğacağını görmek için büyük diplomat filan olmak gerekiyor mu?
Kürt sorununa barışçıl ve sahici bir çözüm arayanlar kanımca KCK’yi enine boyuna tartışsalar, eleştirseler, abuk sabuk yanlarını sergileyip, önemsenecek yanlarının altını çizseler ve bunu gecikmeden yapsalar iyi olacak…