20 Nisan 2012

Çıt Karanlık - Çıt Aydınlık

28 Şubat soruşturmasını yürüten savcılar, ilk sorguları yapan polisler ve TV ekranlarına çıkıp ya bilgisizlikten ya 28 Şubat’ı “intikam” çığlıkları ile karşıladıklarından duraksamadan...

(Üst not: Bu Tırmık 1997 Şubat’ında henüz bebek, küçük çocuk, çocuk olan bugünün genç erkek ve kadınlarına yakın tarihimizden bir sayfayı öğrensinler diye yazılmıyor. 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcılar, ilk sorguları yapan polisler ve TV ekranlarına çıkıp ya bilgisizlikten ya 28 Şubat’ı “intikam” çığlıkları ile karşıladıklarından duraksamadan palavralar atan birilerine yazılıyor. Ama vaktiniz varsa siz de okuyun...)

*    *    *

3 Kasım 1996’da Susurluk’ta gece vakti bir kamyon bir Mercedes’e çarptı. Kamyonun tamponu ezildi; Mercedes hurdaya döndü. Mercedes’ten üç ölü bir ağır yaralı çıktı.

Ölenler: Çok karanlık ilişkiler içine girmiş istihbaratçı bir polis şefi, Hüseyin Karadağ;  sahte kimliğinde Mehmet Özbey yazan, çok kanlı ve çok kirli bir geçmişi sırtında taşıyan, Türkiye faşist hareketinde “Reis” diye namlanmış, devlet tarafından aranan ve devlet tarafından görevlendirilen Abdullah Çatlı; Çatlı’nın sevgilisi olduğu söylenen bir kadıncağız, Gonca Us’tu...  Ağır yaralı ise Bucak Kürt aşiretinin devlet safında yer tutmuş kolunun reisi,  şimdi partiler mezarlığında yatan o zamanlar koalisyon ortağı olan DYP’nin milletvekili ve özel harekatçı polislerle çalım ve ölüm satan Sedat Bucak’tı.

Hurdaya dönen Mercedes’ten ortaya sadece cesetler, yaralılar değil devletin derinliklerine kök salmış, devlet adına cinayet işleyen bir çete de saçıldı.

Daha 1996’nın Kasım ayı bitmeden bir ucu devlete, bir ucu uyuşturucu tacirlerine, bir ucu kumarhanelere, bir ucu ırkçı-milliyetçi akıma yaslanan çetelerin ipliği pazara çıktı; gazete manşetleri art arda çetenin kirli ve kanlı marifetlerini sergilediler.

Ancak ne siyaset kurumu ne yargı erki, ne polis örgütü, ne MİT, ne o dönemde ülkenin gerçek iktidarının somutlaştığı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) parmağını oynatıyordu. Olay bir trafik kazası olarak dosyalanıp, devletin tozlu raflarına konacaktı ki...

Soğuk, sinsi bir yağmurla ıslanan İstanbul’da 7-8 kişi bir dişçi muayenehanesinde bir araya geldi. Birbirlerini epey eskiden tanımalarının yanı sıra ortak özellikleri pek yalındı: Hepsi de yurttaş sözcüğünü büyük harfle yazanlardandı ve Susurluk’un örtbas edilmesini yurttaşlık onuruna bir saldırı olarak algılıyorlardı.  Boyun eğmemeyi, sessiz çoğunluk denen tepkisiz yığınlardan olmamayı seçtiler ve bir bildiri yayınladılar. Buyrun o bildiriden bir kaç cümle:

“...Toplum olarak, yaşamda bize sunulan sessiz çoğunluk rolünü bu kez reddediyoruz ........ Suç örgütlerini kuranların ve onlara görev verenlerin, bir an önce yargı önüne çıkartılmasını istiyoruz. Olayları soruşturan kişi ve mercilere baskı yapılmamasını istiyoruz. Kirli işlerin ve ilişkilerin devlet sırrı, şemsiyesi altında gizlenmemesini istiyoruz. Devletin kendi yurttaşları aleyhinde çalışacak servisler kurmamasını istiyoruz. Ülkemizin, tüm uluslararası platformlarda, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve dünya uyuşturucu trafiğindeki yüzde 80'lik payı ile anılmaktan çıkmasını istiyoruz. Ve tüm bunların, demokratik yaşam içinde, demokratik yöntemlerle bir an önce gerçekleşmesini istiyoruz.”

Ardından bu bildirideki hedefleri benimseyen, devletteki çeteleşmeye seyirci kalmamaya kararlı olan bütün yurttaşları bir eyleme çağırdılar: Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık!..

Eylem çok yalındı: 1 Şubat 1997’den itibaren ay sonuna kadar her akşam saat tam 21’de bir dakika süreyle ışıkların yakılıp söndürülmesi...

O kadar.

1997 Şubat’ı boyunca her gece saat tam 21’de:  Çıt karanlık, çıt aydınlık!

İlk bir kaç gün ürkek, tek tük ışıklar yanıp sönüyordu. Sonra dev bir demokratik protesto dalgasına dönüştü. Yurdun dört bir köşesinde geceleri evlerin pencereleri ateş böceklerine döndü. Kentlerin, kasabaların sokaklarında, meydanlarında tencere tava sesleri ve saat 21’e 10 saniye kala hep bir ağızdan söylenen “Ooooon, dokuuuuz, sekiiiiiz, yediiii, altııııı, beeeş, döööört, üüüüüüç, ikiii, biiiiir” haykırışları yankılandı. Televizyonlar her gece o sokak ve meydanlardan canlı yayına geçtiler. Hükümetin başı Necmettin Erbakan “Glu glu dansı” dedi. Aynı partinin Adalet Bakanı Şevket Kazan “Mum söndü oynuyorlar” buyurdu.

Haklıydılar; hükümetiyle, emniyetiyle, MİT’iyle, jandarmasıyla bütün kurumlar paniklemişler, “Bu işin sonu nereye varır” korkusu ve kaygısına düşmüşlerdi.

Cumhuriyet tarihinin (Evet bütün bir Cumhuriyet tarihinin) en büyük, en kitlesel, en sivil, en demokratik eylemiydi. Güvenilir bir araştırma kuruluşu 18 Şubat akşamı bütün ülkede toplam 7 milyon evin eyleme katıldığını açıkladı.

*    *    *

(Orta not: Salt İstanbul’da değil, bütün ülkede diye yazdım. Doğrudur. Ben dolaysız tanığım. Cumhuriyet’teydim. İlhan Selçuk, “Bu işe baştan beri burnunu soktuğunu biliyorum. Bari çık Anadolu’yu dolaş da eylemin nasıl gittiğini haberleştir” dedi. İçim sevinçten kıpır kıpır vurdum yollara. Boydan boya Karadeniz; Muğla’dan Adana’ya Akdeniz; kıyısıyla içiyle Ege’yi dolanıp Trakya üstünden gazeteye döndüm. Öyleyse bir daha: Cumhuriyet tarihinin en büyük, en kitlesel, en sivil, en demokratik  eylemiydi.)  

*    *    *

Şubat sonuna doğru (galiba 24 Şubat’tı) haber geldi:

- Ankara ve İstanbul’daki MİT lojmanlarında da ışıklar yanıp sönüyormuş !

İstanbul’da, eylem’in merkez üssü (\) Hanif  Han’da kahkahalar patladı. “Eylem çalmaya çabalıyorlar ama geç kaldılar. Eylemin onlara da yöneldiğinin farkında değiller” dendi. Ardından “Fenerbahçe orduevinde, bir de Balmumcu subay lojmanlarında da ışıklar göz kırpmaya başlamış” haberi geldi. Hanif Han’ın görmüş geçirmiş duvarları yine kahkahalarla çınladı. Trene son anda atlamaya kalkışanların hali sahiden de trajikomikti. Bizi daha çok “komik yanı” ilgilendirdi ve eğlendirdi...

Şubat’ın sonu geldi ve eylem bitti. Türkiye’nin demokrasi ve sivilleşme tarihine silinmemecesine adını, anlamını ve etkisini kazıyarak.

*    *    *

(Dip not bir:

28 Şubat soruşturmasını yürüten savcılara akıl vereceğim. Çevik Bir’e, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemini kendi hedefleriniz için kullandınız mı” diye sormuşsunuz. Hata yapmışsınız. Bence sorguya, iddianame yazımına filan ara verip yakın tarih okuyun. Vaktiniz yoksa bu Tırmık da işinizi görür. Kışla duvarlarını “Orduya sadakat şerefimizdir” saçmalığı ile donatan Çevik Bir(giller), orduya da, her türlü otoriteye de sadakat beslemeyecek kadar bilinçli ve cesur yurttaşları o günlerde eline geçirseydi bir kaşık suda boğardı...

Dip not iki:

Televizyonlarda “Bir dakika karanlık eylemini Erbakan hükümetine karşı askerler örgütledi” diye ahkam kesip palavra atan ekran zevzeklerine ise sözüm pek kısa: Kendinize bir iyilik yapın ve susun !..)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"