İstanbul yerkürenin neredeyse tam öteki tarafında. Buenos Aires de bu tarafında. İstanbul uzak, Buenos Aires’inse içindesin. Öyleyse unut Türkiye’yi, vur kendini Buenos Aires sokaklarına...
Cumhurbaşkanının resmi programını izlemekten ustaca kurtuldum. Kendimi Güney Amerika’nın bu görkemli başkentinde hedefsiz programsız dolaşmaya yolladım.
İlk iki gün Buenos Aires'i gezdim ve bayıldım. Ama dün gerçek Buenos Aires'i gezdim ve ayıldım.
Arjantin Dışişleri Bakanlığı görevlisinin dağıttığı turistik kent planına uygun gezindiğimde şaşılacak kadar düzenli, bakımlı, güzel ve görkemli bir kentle tanış(mış)tım. Geniş, çok geniş caddelerini süsleyen anıtsal ağaçların serinliğinden, anıtsal yapıların gölgesine atlayarak kenti dolaş(mış)tım. Bir başka 12 milyonluk kentle, İstanbul'la karşılaştırmış ve içimi neredeyse kıskançlık kaplamıştı. Sömürge üslubuyla yapılmış katedrallerin, hükümet binalarının, ana caddeleri süsleyen görkemli anıtların yanısıra uzanan modern mimarinin zevkli örnekleri, beton yığınına, insan silolarına dönüşmemiş çok katlı konut blokları, kimi semtlerde gözalıcı villalar filan yani...
Babası Nazilerden kaçıp Arjantine sığınmış Alman Yahudisi bir meslektaşa izlenimlerimi anlattım. Haritamdan da gezdiğim yerleri gösterdim.
Güldü. Galiba kederle güldü. Sessizce elimdeki turistik haritayı aldı ve elime masasından çıkardığı “metropol” Buenos Aires haritasını tutuşturdu ve ekledi: “Bir de bununla gez bakalım...”
Ertesi sabah yeni haritamla yola çıktım. Topu topu 3,5 dolarlık otobüs biletiyle neredeyse tümünü dolaşılabilinen Buenos Aires'in “öteki” yüzünü keşfediyorum.
4 milyonluk “zengin” Buenos Aires'i çevreleyen 9 milyonluk “öteki” Buenos Aires’deyim. Gazi Mahallesini (Berazategui), Bağcıları (Esteban), Ümraniyeyi (Pilar), Dudulluyu (Moreno), Gebzeyi (Merlo), Alibeyköy'ü (Matanza) kâh inip dolanarak, kâh otobüs penceresinden gördüm. Kıskançlık kedere dönüştü. Teneke barakalar, Zeytinburnu'nun 1960'lı, Seyran Bağları'nın 1970'lerin başındaki hallerinden daha beter gecekondular... Otobüs, otomobil hurdalarının içine barınmış, dev otoyol köprülerinin altında karton kulübeler kurmuş milyonlarca işçi ve işsiz yaşamaya çabalıyor. İş yok. Ekmek aslanın ağzında. "Bir Pezo eşit bir Dolar" demiş hükümet.
Der! Demek kolay. Pezo değer yitirdikçe para basılmıyor, fiyatlar yükseltiliyor. Örneğin asgari ücret 400 dolar. Ama 400 Dolarla Türkiye'de alabileceğinizin üçte birini alamıyorsunuz. Bir bardak kola 1 Pezo (yani Dolar). Bir ayakkabı boyatma 2 dolar (yani Pezo). Çok basit bir okul çantası 16 dolar. Berbat bir pizzayı 9 dolara yiyebilirsiniz. Kent merkezinde iki odalı basit bir konutun kirası 350 dolardan başlıyor. Gecekondu bölgelerinde kira yok. Çünkü kira ödeyecek para yok. Kim başını nereye sokabildiyse yani...
Cunta döneminde uslu ve uysal kalsınlar diye alabildiğine yükseltilen memur maaşları (ille de subay ve polis maaşları) ile işçilerin ücretleri arasında dağlar değil sıradağlar var.
Özelleştirme gelirlerinden sağlanan paralar da suyunu çekince ekonomide tehlike sinyalleri çalmaya başlamış. Bu sinyaller şimdilerde canavar düdüklerine dönüşmüş gibi. Nitekim Hükümet bir kaç ay önce bir yasa çıkararak bütün memur maaşlarında yüzde 10 indirime gitmiş. Sokaktaki adam bunu bir sinyal olarak algılıyor. "Memurlardan kestik, eh sizden de keseceğiz diyecekler bak göreceksiniz'' diyorlar. Yani o bildik ve bayat şarkı: "Ulusal çıkarlar için herkes fedakarlık yapmalı''.
Ahbaplığı ilerlettiğim Alman Yahudisi kökenli meslektaş yine güldü ve "Size söylenen o son cümleyi, şu ulusal çıkarlar için herkes fedakarlık yapmalı yavesini ben 1965'ten bu yana en az elli kez duydum. Bir elli kez daha duyacağıma da kuşku yok'' dedi. Güldü. Galiba yine kederle güldü.
Sonra da elindeki şarap bardağını bir dikişte bitirdi....