Kitabın adı: Kayıp Bir Devrimin Hikayesi, Bir Zamanlar Hasköy’de...
Ama bebekken daha adı konmamıştı. Dahası sonu da yazılmamıştı. Yazarı "Abi şuna bir göz atsana" demiş, bir kaç dakika sonra da kitap bilgisayarımın ekranına yerleşmişti. Kitabı bilgisayar ekranından okumaya alışkın değildim ve alışmamaya da niyetliydim. O yüzden okumaya biraz -hatta epey- gönülsüz başladım.
Sonra gecenin epey ileri bir saatında, saatler boyu ekrana bakmaktan kızarmış gözlerle ve epey de allak bullak masadan kalktım.
Gel de uyu.
Anlatılan benim kuşağımın, benden bir sonraki kuşağın ve belki de bir sonrakinden de sonraki kuşağın öyküsüydü. Üniversite kantinlerine hapsedilmemiş bir devrimci kabarmanın Haliç kıyılarının işçi semti Hasköy'de yankılanmasının öyküsüydü...
Devrimci örgütlerin bölünerek çoğaldğı ama devrimcilerin de dur durak bilmeden çoğaldığı bir dönemin öyküsüydü...
Roman tadında ama roman değil; anı tadında ama salt anı değil; tanıklık tadında ama salt tanıklık değil...
Yani büyüyünce çok yakışıklı ve değerli olacağı besbelli bir bebek...
Ertesi sabah gazetede (Cumhuriyet) kitabın yazarına abilik kontenjanına sığınıp esaslı bir fırça attım:
- Bitir ulan şu kitabı. Gecikmeden yaz sonunu, bitir şunu.
Tutup, "Peki abi bitireyim. Ama gazetedeki işleri bırakmam lâzım, ona göre" demeyi akıl edemedi. Akıl etse zaten ben terslerdim. Gazetenin yönetici tayfasının Silivri zindanında volta attığı, hepimizin içerden ve dışardan gelen saldırılara karşı Ahmet Arif'in "Vurun ulan vurun ben kolay ölmem" dizesini günde bir kaç kez mırıldandığı zor ve zorlu günlerdi. Kitabın yazarı o zor ve yüksek riskli günlerde duraksamadan ve kılı bile kıpırdamadan Cumhuriyet'in sorumlu yazıişleri müdürlüğünü üstlenmişti. Yani savcı çağırsa gitmesi gereken ilk kişi o olacak. Gittiğinde dönmeme ihtimali de çok yüksek...
Üstelik üç kişinin işini üstlenip haber yazmaktan, yazı düzeltmeye, resimaltı yazıp, spot çıkarmaya kadar bir günlük gazetenin mutfağının yükünü üstlenen üç beş kişiden biriydi.
Adı Faruk Eren'di...
DİSK Basın İş'in Genel Başkanı, gözaltında kaybedilen, Hasköy'ün en delikanlı devrimcisi Hayri Eren'in kardeşi, Cumhuriyet mutfağının çalışkan karıncası, yakışıklı Çerkes delikanlısı Faruk Eren...
İşte o yüzden kitap uzun süren bir bebeklik dönemi yaşadı. Ama artık büyüdü, serpildi, gelişti ve yayınlandı. Adı da o zaman konmuş. Adını ben de yayınlanınca öğrendim.
İletişim yayınlarının titiz editörlüğü altında çıkan "Kayıp Bir Devrimin Hikayesi, Bir Zamanlar Hasköy’de" kitabı artık raflarda yerini aldı. Sizin de kitabı elinize alma zamanınız geldi. Benden söylemesi, gecikmeyin.
"Aydın Engin sen kitap reklamı yapıyorsun" mu dediniz?
Evet tam da dediğinizi yapıyorum. Çünkü tanıtılmaya, reklamı yapılmaya değen bir emek ürünü var karşımızda.
* * *
Yazının başında "Ben bu kitabın bebekliğini bilirim" demiştim; yazının devamında kitabın sonu olmadığı için yazara fırça attığımı yazmıştım.
Kitabın sonu hâlâ yok. Yayınlandı ama sonu olmayan bir kitapbu.
Şaşırdınız mı ?
Faruk Eren kitabın arka kapağında cevaplasın sizi:
"İçeri girenler, ölenler, sağ kalanlar, sağ kaldığına üzülenler, gençliklerini faşizmin hapishanelerinde geçirenler, içeri girmeyenler, işkence görenler, işkencede konuşanlar, konuşmayanlar, mülteci olanlar… Son yok. Son da Hayri gibi kayıp. Nasıl olsun ki? Hayri yok, devrim yok… Kayıpları aramaya devam ediyoruz. Geçmişe ağlamak fayda vermez. Biliyorum… Ama Hayri ve onun gibi devrimciler yaşasaydı burası başka bir ülke olurdu Bunu biliyorum”...