1984 Eruh baskınını başlangıç kabul edersek Türkiye’nin kökü çok daha eski yıllara dayanan Kürt sorunu büyük ölçüde PKK sorunu ile özdeşleşti.
İki sorunu birbirinden ayrı düşünmek ve ele almak önce zorlaştı, şimdi imkânsızlaştı.
Tırmık’ta Kürt sorunu için sık sık “kördüğüm” nitelemesi kullanıldı. Bugünlerde yaşananlar için galiba bu niteleme yetersiz kalıyor. Artık “kör kördüğüm” ya da “Kanlı kördüğüm” demek gerekecek.
Çözümden iyice uzaklaşılan (Gözünü sevdiğimin diyalektik’i: Ya da iyice yaklaşılan) günler yaşıyoruz.
Çok karmaşık (=Kompleks) bir ilişkiler yumağındayız.
Örneğin Kürt sorunu hızla Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkıp bölgenin sorunu olmaya ilerliyor. Oldum bittim ABD’nin parmağını soktuğu bu sorunda, şimdi ülkesinin kuzeyindeki egemenlik hakkını yeniden kazanmak isteyen (Bunu “Kerkük petrollerini kaybetmek istemeyen” diye de okuyabilirsiniz) Bağdat yönetimi; Türkiye’nin kendisine karşı izlediği politik tutumdan çok rahatsız olan Suriye’nin “Kürt kozu”nu oynamaya başlaması ve nihayet Israil’in de Kürt kozunu daha güçlü ve etkili bir biçimde kullanmaya yönelmesi, Türkiye’nin Kürt (ya da ve yani PKK) sorununu barışçıl bir çözüme ulaştırmasının önünü tıkayan etkenler.
Ama bundan ibaret değil ve asıl etken bunlar değil.
Türkiye’deki Kürt hareketi de kendi içinde zikzaklar çizmekte; gitgide derinleşen çelişkiler yaşamakta.
Hayır, sadece, yanlışlıkla (Ne demekse?) öldürülen dört Kürt kadını konusunda özür dileyip, Tunceli’de aslında öğretmen olan ama ataması yapılamadığı için polisliği seçen genç memur ile öğretmen karısının top oynarken öldürülmesi sözkonusu olunca suskun kalınması gibi herkesin gözüne çarpan çelişkili ve siyasal ahlâk açısından çok sorunlu tutumlardan söz etmiyorum...
Keza gitgide tırmanan ve nerede duracağı belli olmayan bombalama, karakol baskını, mayın döşeme gibi ölümlere yol açan saldırılara karşı alınan tavırlardaki farklılaşmalardan da söz etmiyorum.
Dahası PKK ile TAK arasındaki ayrım olduğunu söyleyen, TAK’ın PKK’nin bir alt örgütü olmadığını belirten Karayılan’ın sözlerinin doğruluk derecesini de tartışmaktan da değil...
Dahanın da dahası ve daha da önemlisi 1 Ekim’de TBMM açılırken Blok milletvekillerinin yemin edip Meclis çalışmalarına katılmaları konusunda ortaya çıkan derin çatlak da tek başına ele alınmamalı. Blok milletvekillerinden kimileri Meclis’e dönme konusunda olumlu tutum takınırken, Kürt siyasal hareketinin etkili ve hatta bazan belirleyici örgütü KCK’nin, Blok milletvekillerinin Meclis’e girmesini “ihanet” olarak nitelemesi de tek başına belirleyici etken değil. (Kaldı ki Taraf gazetesinin bu haberini BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş iddialı bir üslupla yalanladı. Ardından KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan, Meclis’e dönme kararını BDP’nin vereceğini açıkça ifade etti).
Hayır tek tek olaylardan, olgulardan söz etmiyorum...
Bunların ve burada sayamadığım çok sayıda olay, olgu ve tutumların tümünden söz ediyorum.
* * *
Bu olguların tümü BDP’yi istese de istemese de bir yol ayrımına getirdi.
Evet, Kürt Siyasal Hareketinin BDP kolu bir yol ayrımında, en azından bir yol ayrımına hızla yaklaşıyor.
Bugün ulaşılan şu çok karmaşık durumda artık Türk ve Kürt aydınlarının, gazetecilerinin, yazarların “Şöyle değil de böyle yapın” yollu sözlerinin, öğütlerinin, açıklamalarının, ortak imzalı bildirilerinin pek bir anlamı ve hemen hiç bir etkisi kalmadı.
BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın bu satırlar yazılırken ajans ekranlarına düşen ve Başbakanın “Hem operasyonlara hem müzakerelere devam edeceğiz” kendi içinde çelişkili sözlerine cevap verdiği demeçteki şu vurgulara dikkat çekmek istiyorum.
Demirtaş şöyle dedi:
“...Silahsızlanma ve PKK konusunda muhatap BDP değildir, Bunu çok iyi biliyor ve bunu bildiği için yıllardır PKK ve Öcalan ile görüşüyorlar. Ve bu görüşmeler, koordineli, eş zamanlı ve çözüm niyetli olunca sonuç alabilir. Ama yok ‘Ben BDP ile görüşüp PKK'ye silah bıraktırırım’ diyorsa oradan bir şey çıkmaz. BDP ile görüşüp yeni anayasa ve demokratikleşme konularını müzakere edebilirler. Eş zamanlı olarak, PKK ve Öcalan barış konuları görüşülürse ancak kalıcı sonuçlar elde edilebilir...”
Demirtaş’ın bu sözleri kısa, öz ve net. Önerdiği çözüm yöntemi de galiba mümkün olan tek yöntem.
Demirtaş, Hükümete nasıl davranması gerektiğini söylerken aynı zamanda Kandil ve İmralı’nın ne yapması ve... Ve evet, BDP’’nin ne yapması gerektiğini de açık ve net tanımlamış oluyor. Yani bu sözler, atılması gereken bir adımı kaçınılmaz kılıyor:
BDP’nin (Yani Blok milletvekillerinin) “Yeni Anayasa ve demokratikleşme” konularını müzakere etmek üzere TBMM’ye gelmesi, yemin etmesi ve siyasal düzlemde soruna katkıda bulunması olsa gerek.
Bir başka deyişle BDP için bir siyasal parti olarak rüştünü ispat etme anındayız.
Biliyorum, orada onları bir cennet beklemiyor. Uygar siyasal koşullarda bir müzakere zemini de beklemiyor. AKP’sinden CHP’sine ve tabii MHP’sine hepsi Blok milletvekillerinin üstüne çullanmak, onlara parlamenter mücadeleyi zehir etmek isteyecekler. Bu şimdiden belli.
Ama rüşt ispatı biraz da böyle koşullarda var olabilme, etkili olabilme değil midir?