23 Nisan 1920. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplandı. O gün Batı Anadolu’nun Yunanistan, güneybatı Anadolu’nun İtalyan, Güneydoğu Anadolu’nun Fransız, İstanbul’un İngiliz askerlerince işgal edildiği topraklarda bir kurtuluş savaşını yürüten ve siyasal iktidarı Sultan ve Halife’nin temsiline itirazı olanlar egemenliğin millete ait olduğunu resmen ilan ettiler.
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde olgunlaştırılan, Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, Reddi İlhak Cemiyeti gibi kurumlarla işgalci güçlere yerel düzlemde direnişe geçenlerin temsilcileri Ankara’da toplandı. Türk bölgelerinden Türk milletvekilleri, kuzey Batı Karadeniz’den Lazistan milletvekilleri, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’dan Kürdistan milletvekilleri “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şiarı altında biraraya gelmişlerdi. Aynı toprakların çocuklarından Rumlar ve Ermeniler ise yoktu. Çünkü Rumlar o çatı altında istenmiyordu (Büyük olasılıkla Rumlar da orada olmak istemiyordu). Ermeniler istenir miydi, istenmez miydi ya da kendileri ister miydi, istemez miydi bilemeyiz. Çünkü... Çünkü kalmamışlardı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) yine de bileşimi anlamlı ve önemli bir Meclis’ti. O Meclis’te “millet” kavramına etnik anlamlar yüklenmiyordu. Türk’e Türk, Laz’a Laz, Kürt’e Kürt denmekten ne kaçınılıyor, ne gocunuluyordu. Aynı çatı altında liberali de, şeriatçısı da, hilafetçisi de, cumhuriyetçisi de, komünisti de, sosyalisti de, merkeziyetçisi de, adem-i merkeziyetçisi de bir araya gelmişler; gelebilmişlerdi.
92 yıl sonra aynı adı taşıyan Meclis’te hepsi artık sadece İstanbul’da yaşayan Rumlar ve Ermeniler yine yok. Kürtler var; ama adeta “Olmasalar ne iyi olurdu” denircesine var. Geri kalanlar ise - kimileri Laz, Boşnak. Abhaz, Arap, Çerkes, Tatar olsalar bile- kendilerini Türk olarak tanımlıyor.
Bu Anayasal bir zorunluk. TBMM’nin kuruluşundan sadece 4 yıl, Kurtuluş Savaşının kazanılmasından 2 yıl sonra kabul edilen 1924 Anayasasının 88. maddesi şöyle diyordu: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir”. Bu madde ufak tefek değişikliklerle bugüne kadar değişmeksizin geldi.
1920 sonrasına bugünün gözlüğüyle ve bugünün değerleriyle bakamayız. Milliyetçilik o dönemin, o çağın ruhunun (=Zeitgeist) yükselen değeriydi ve hele hele yurdunun büyük kesimi emperyalist ya da onların desteğini almış güçlerce işgal edilmiş topraklarda milliyetçiliğin yükselmesi kaçınılmazdı.
Millet kavramı yerine ümmet kavramının başat olduğu Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üstünde ve Anadolu ile sınırlı bir coğrafyada yeni bir devlet oluştulurken “bir millet yaratma” hedefi anlaşılabilir bir hedeftir. Ama yine de bu milletin tanımlanışının ille de ırksal (=etnik) bir temel üstünde oluşturulması zorunlu muydu? Örneğin Türkiye Cumhuriyetinden çok önce ve yine bir kurtuluş savaşı sonunda kurulan Amerika Birleşik Devletleri modeli mümkün değil miydi? Kuruluşu sırasında ve sonrasında İttihat Terakki iktidarlarını ve mirasını reddeden genç Cumhuriyet, İttihat Terakki’inin ideolojik omurgasını oluşturan Türkçü-milliyetçi çizgiyi benimsemek zorunda mıydı?
* * *
23 Nisan 1920’den 92 yıl sonra bu sorular kimilerine göre anlamsız bulunabilir.
Ama Ulusal Egemenlik Bayramını 92 yıl sonra “Bugün 23 Nisan – Neşe doluyor insan” çocuksuluğunda kutlamak da pek anlamlı olmasa gerek.
23 Nisan 2012’de yaşamın hemen her alanında, etnik, dinsel, kültürel, siyasal bağlamda kamplaşmış, hatta düşmanlaşmış; Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu gibi kangrenleşmiş sorunlarını çözme yeteneği ve iradesi gösteremeyen bir Türkiye’deyiz.
Acaba 92 yılı kendimizle bir yüzleşme, bir hesaplaşma dönemi olarak kavrasak ve bunu kaçamaksız yapsak 23 Nisan’ı daha iyi ve daha anlamlı kutlamış olmaz mıyız?