Genç kardeşler,
Hani bugün sabah, bayram arifesinin arifesinde Türkiye’de pek bilmediğiniz bir şeyler oldu ya. Hani trenler kalkmadı, hastanelerde acil servisler ve yoğun bakım bölümleri dışında sağlık hizmeti yürümedi; kimilerinizin öğretmenleri derse girmedi; bir işinizi yapmak ya da yaptırmak üzere gittiğiniz kimi kamu kurumlarında çalışanlar yerlerinde değillerdi; bazı kamu bankalarında işler ve işlemler yürümedi, hatta durdu; bazı otoyollarda ve Boğazı geçen köprülerde eğer OGS ya da KGS’niz yoksa nakit ödeme yapmak için önünde durduğunuz gişelerde kimsecikler yoktu ya...
Grev vardı da ondan...
Biliyorum, bazılarınızın kulağına bu kelime çalınmıştı, duymuşluğunuz vardı; bazılarınız ise “Grev ? O da nedir” diye sordunuz...
En yalın anlatımıyla grev, emekçilerin ücretleri ve başka sosyal hakları için işverenle yaptıkları pazarlıkta anlaşmaya varamayınca üretimden aldıkları güçle iş bırakmalarıdır. İsterseniz “Grev süresince emeklerini, işgüçlerini satmaktan vazgeçmeleridir" diye de tanımlayabilirsiniz...
Siz doğmadan önce yalnız kamu emekçileri, memur statüsünde çalışan emekçiler değil fabrika işçileri de bu mücadele yöntemini kullanırlar ve pek güzel kullanırlardı. Fabrika önlerinde çadırlar kurulur, davul zurna eşliğinde halaylar çekilir, yüzlerinde ışıyan bayram sevinci ile emekçiler fabrikaların, işyerlerinin önüne kocaman pankartlar asarlardı. Orada bugün sizlerin pek de tanımadığınız sloganlar ışıldardı:
"Üreten biziz, yöneten de biz olacağız” gibi...
"İşçiyiz, güçlüyüz” gibi...
"Grev bizim hakkımız, söke söke alırız” gibi...
O günlerde sanatçılar, aydınlar, üniversitelerden koşup gelmiş kadınlı erkekli gençler grev çadırları önünde halaya katılır, grev çadırlarında tavşan kanı çay eşliğinde sıcak ve kızıl sohbetler kaynatırlardı...
Coşkulu, umutlu günlerdi. Daha adil, daha haklı bir dünyayı kendi elleriyle kurabilecekleri umudunu yüreklerinin ve bilinçlerinin başköşesine yerleştirmiş kadınlar ve erkekler grev günlerini bayram günü, grev çadırlarının önünü bayram yeri bellerlerdi ve bayramlarda insanlar ne yaparsa, ne duyarsa onu yapar, onu duyarlardı...
* * *
Sonra bir sabah bugün en yaşlınızın doğduğu yılın 12 Eylül’ünde kentlerin kilit kavşaklarını, büyük fabrikaların önünü tanklar ve tabur tabur, bölük bölük askerler kuşattı.
Kenan Evren adlı elebaşı o günün tek kanallı, siyah beyaz TRT televizyonuna çıkıp "Kardeş kavgasına son vermek için” diye başlayan iğrenç bir yalanla ülkenin yönetimine el koyduklarını ilan etti. Bir kaç yıl sonra ise “Kardeş kavgasının iyice azmasını, böylece halkın kendilerini kabul etmeseni sağlamak için bir yıl beklediklerini" ağzından kaçırdı. O bekledikleri dönemde ölenlerin sayısı binlerle ölçülüyor...
Kardeş kavgasına son verme yalanı ile ülkemizin üstüne çöken bu karanlık güç ilk iş olarak yoksulluğu, işsizliği, hırsızlığı, sömürüyü değil grevleri yasakladı. Emekçilerin sendikalarını kapattı.
O günlerde güçlü sermaye örgütü TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun) Başkanı da bilinçaltını kustu:
- Bugüne kadar işçiler güldü,. Şimdi gülme sırası bizde !..
* * *
O umutlu ve dirençli günlerde grev kararı alınmamış işkollarında çalışan emekçiler de dayanışma amacıyla en azından sembolik olarak iş bırakırlardı. Mesela bugün benim yaptığım gibi yazı yazıp, olup biteni umursamadan işlerine devam etmezlerdi.
"E peki ne oldu da sen yazıyorsun” demeyin. Ben sadece yarım saatlık bir mola verdim ve sizlere o günleri anlatmak için geçici işbaşı yaptım.
Yazıyı bitirip T24 tayfasına yolladıktan sonra bilgisayarı kapatıp – mesela- İstanbul Haydarpaşa Garındaki demiryolu emekçilerinin arasına katılacağım. “Sol memesinin altındaki cevahir kararmamış” kadın ve erkek emekçilerle gözgöze geleceğim, elele tutuşacağım...
Daha başka bir dünyanın mümkün olduğuna iişkin inancımı tazeleyecek, ve bir süreliğine de olsa mutlu olacağım...
Keşke siz de gelseniz. Ne güzel olurdu; mesela halay çekerdik ve birlikte türkü söylerdik.
Mesela "Dostların arasındayız, güneşin sofrasındayız” türküsünü...