24 Nisan 2025

Son derece özel, aykırı ve absürt gözüken bir film

Bir opera denemesi mi; bir koro mu; konuşurken birden şarkı söylemeye başlayan bu kahramanlar bizleri gerçekten çeker ve kendini dinletir mi?

SON

X X

(The End)

Yönetmen: Joshua Oppenheimer
Senaryo:  Joshua Oppenheimer, Rosmus Heisterberg
Görüntü: Mikhail Krichman
Müzik: Marius De Vries, Josh Schmidt
Oyuncular: Tilda Swinton, George MacKay, Michael Shannon, Moses İngram, Bronagh Galagher, Tim Mcİnnerny, Lennie James, Danielle Ryan

Alman, İngiliz, İtalyan, Danimarka, İrlanda, İsveç ortak-yapımı / 2024

 

İşte son dönemin olasılıkla en iddialı, en cüretkar, en deneysel filmi... Üstelik bu deneyci tavır altı büyük ülkenin ortak bir yatırımı. Tam iki buçuk saatlik bir filmle yapılıyor. Ve, hemen söyleyeyim, içerdiği tüm bu meydan okur tavırla, seyircisinden sabırla birlikte ilgi ve hoşgörü bekliyor.

Film yazar T. S. Eliot’un apokaliptik şiirinin bir bölümüyle saçılıyor:

“Tüm evler denizin altına gitti 

Tüm dansçılar da tepenin ardına..."

Ve karşımızda birden ürkünç mağaralar ve içlerinde inatla hayatta kalmaya çalışan birilerini buluyoruz. Çok geniş bir perde üzerinde.... Tanıyacağımız aile ve diğer kişiler 20 yıl kadar önce buralara çekilmişler. Başta bir aile: ana, baba, genç oğul, arkadaş, doktor... Hiçbirinin tam adı yok; filmi yapanlar onların kimlikleriyle yetinmişler!...Gerçi ikincil kişiliklerin bir adı var; ama sadece bir-iki kişi... Diğerleri ekrana kimlikleri ve görevleriyle yerleşiyorlar: kahyadan yeni doğmuş çocuğa...

Biz gelelim başkişiliklere... Üç tane ad sayalım ve filmin en çekici üç oyuncusunu da hemen sunalım: anneyi oynayan Tilda Swinton; babayı oynayan Michael Shannon ve delikanlı oğlu oynayan George MacKay... Bu kişiler bizlere normal bir öykü içinde değil; bir tür modern ve çağdaş müzikalin içinde sunuluyorlar. Böylece (verilen bilgiye göre) her biri kendi sesiyle şarkısını söyleyip gidiyor. Josh Schmidt’in bestelediği ve yazar-yönetmen Joshua Oppenheimer’in sözlerini yazdığı... Karşımızda kendine özgü, ama şimdiye dek görülmemiş bir müzikal deneme buluyoruz. Artık hangi has müzik hastası sevecekse!..

Ve bu müzik hep akıp gidiyor. Artık bir opera denemesi mi; bir koro mu; konuşurken birden şarkı söylemeye başlayan bu kahramanlar bizleri gerçekten çeker ve kendini dinletir mi? Tartışılır...

Gelelim gerçek oyunculara... Elbette Tilda Swinton yine o kendine özgü kadın kimliğini koruyor. Hiçbir zaman fiziksel olarak bir star görünümü almadıysa da, kimselere benzemez bir hatun olmayı hep başardı. Ve yıllara meydan okudu. Burada da öylesine bir ‘anne’ kimliği yaratıyor ki... Babada hep sevdiğim deneyimli oyuncu Michael Shannon da tatmin edici. Genç oğuldaysa George MacKay’ı çok yetenekli buldum. Umarım gerisi gelir.

Sonuç olarak; bu hayli absürd bir film gibi gözüküyor. Yer yer cinselliğe alaycı bir yaklaşımı var. Daha ötesi, ırkçılığa da. Beyaz oğlan kara kıza tutuluyor örneğin!.. O siyahi kadının ‘horoz kıyafeti’ ya da babanın alabildiğine süslenmiş kovboy giysisi görülmelere değer. Bir balıklarla konuşma sahnesi var ki... Aynalar da çok iyi kullanılmış.

Ve de trajedi yüklü bir final; teselli olarak da ırksal bir birleşme... Bunlar, hele ırkçılığa düşmanlığını hep haykırmış bendenize iyi geldi. Ama yine de filmin çok özel olduğunu ve herkese göre olmadığını bir kez daha söyleyeyim.

Yarın: ŞAFAĞA KADAR

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Özgentürk: Hep bir arayışın peşinde

Özgentürk’un gerçekçilikle simgeselliği harman eden sineması, klasik bir gerçekçilik yerine gerçeğin içinden fışkıran ve sadece sanatçı gözlerin görebileceği fantastiği yakalama inadı, hep farklı şeyler yapma inadını ve seyircisini sürekli şaşırtma tutkusu...

Her şeyiyle özgün bir çaba, deneysel bir film...

'Hurry Up Tomorrow', tümüyle deneysel bir film... Yer yer korku ve gerilim bile içeriyor. İçeriğinden biçimine, temalarının zenginliğinden oyuncularına görülmeyi hak ediyor

Hayat ve ölümün müthiş şaşırtan ilişkisi üzerine

Hayat ve ölüm ikilemi... Evet, ölüm geri dönüp hayatta kalmış herkesi öldürmeye yeminlidir sanki... Bir başka deyişle film bir ölüm bulmacasıdır

"
"