WALTER MİTTY’NİN GİZLİ HAYATI
(The Secret Life of Walter Mitty)
Yönetmen: Ben Stiller
Senaryo: Steve Conrad
Görüntü: Stuart Dryburgh
Müzik: Theodore Shapiro
Oyuncular: Ben Stiller, Kristen Wiig, Jon Daly, Shirley MacLaine, Sean Penn, Ólafur Darri Ólafsson
Yapım: Fox filmi
Amerikan yazarı James Thurber dilimize çevrildi mi, bilmiyorum. Ancak 1894- 1961 arası yaşamış olan yazarın kısa öyküleri, birkaç oyunu ve de çizgi roman çalışmaları var. Ve bunlar bir dönem Amerika’sında hayli popüler olmuş..
Belki en tanınanı bu. Daha önce de 1947 yılında aynı adla çevrilmiş ve baş rolünde unutulmaz komedyen Danny Kaye oynamıştı. Çok sevdiğim o filmi yakın zamanda çıkan DVD’si sayesinde yeniden izlemiş ve son dönemde Milliyet Sanat dergisinde yazdığım Sinemanın Hazineleri bölümü için kaleme almıştım. Bunca yıl sonra, ayni ölçüde severek...
Yeniden çevrimi sözkonusu olduğunda, önce Jim Carrey’in, sonra Will Ferrell’in adları geçti. Ama sonunda yazar-oyuncu-yönetmen Ben Stiller, baş rolünü ve yönetimini üstlendiği projenin sahibi olarak karşımıza geldi.
Hikaye bir yayınevinde çalışan silik, utangaç ve ana kuzusu bir genç adamın ayaküstü hayallere dalması ve kendisini sürekli olağanüstü maceraların kahramanı olarak görmesini anlatır. İlk filmde Walter Mitty gizemli bir sarışınla tanışır ve onun aracılığıyla kendisini, ikinci savaştan kalma mücevherlerin peşindeki bir gangster çetesiyle dalaşırken bulurdu.
Bu yeni çevrimde çok şey değişmiş. Öncelikle Mitty bir dönemin ünlü dergisi LİFE’ın film negatifleri sorumlusu olmuş. Dergi –gerçekte de olduğu gibi- dijital devrime yenik düşerek kapanma kararı alıyor. Son sayının kapağına, derginin efsanevi fotoğrafçı-yazarı Sean O’Connell’ın çektiği bir resmi koymak istiyorlar.
Ama o kare arşivde çıkmıyor. Mitty de sürekli dünyayı gezmekte olan gazetecinin peşine düşüyor. Bu onu Grönland’dan İzlanda’ya ve oradan Afganistan dağlarına, bir dizi gerçek maceraya atacaktır.
Tüm bu çılgın macera içinde yükselen temel motiflerden biri, modern teknolojinin yok olmaya mahkum ettiği kurumlar, alışkanlıklar. Burada da LİFE’ın kapanması, yalnızca bir derginin teknolojiye teslim olmasını değil, aynı zamanda bir kültürel tüketim biçiminin, giderek bizzat o kültürün yok olmasını simgeliyor elbette. Bizde de son günlerde üstüste kapanan AKTÜEL, SİNEMA gibi dergilerle rahatça bağlantı kurabilirsiniz.
Ana temaya gelince...Walter Mitty’nin belki bilinçaltı bir bahane olarak kullandığı ‘bir fotoğrafa erişmek’ amacıyla çıktığı egzotik seyahatler, göze aldığı riskler ve atıldığı tehlikeler, aslında bize gerçek hayatın ne olduğu üzerine de düşünme fırsatı getiriyor. İş yerinde tutulduğu güzel Cheryl ona “hayat denen şey, cesaret ve de bilinmeyene yolculuktur” diyor. Hayatın en güzel tanımlamalarından biri değil mi bu?
Filmin zekaya dayalı bir altyapısı ve derinden işleyen bir mizah duygusu var. Örneğin tüm o İzlanda bölümleri, bu sinemanın en ünlü adı Baltasar Kormakur’u ve filmlerini andırıyor. Onun 101 Reykjavik, Contraband gibi ünlü filmlerinin baş oyuncusu, helikopter pilotu rolünde karşımıza gelen , Ólafur Darri Ólafsson’ın varlığı da bu duyguyu arttrıyor. Rolünü incelikle oynayan Ben Stiller’in yanısıra, iki büyük oyuncu da nisbeten küçük rollerinde keyifle izlenyor: Shirley MacLaine ve Sean Penn. Tüm o ‘maceraların’, aksiyon sahnelerinin de ustalıkla çekilmiş olduğunu ekleyelim.
Bir ‘bağımsız tadı’ taşıyan hoş bir film, Amerikan sinemasının son dönemdeki en iyi örneklerinden...
Türk usulü kara-film
KUSURSUZLAR
Yönetmen: Ramin Matin
Senaryo: Emine Yıldırım
Görüntü: Deniz Eyüboğlu Aydın
Müzik: Barış Diri
Oyuncular: Esra Bezgen Bilgin, İpek Türktan Kaynak, İbrahim Selim, Mehmet Ali Nuroğlu, Suna Selen/ Giyotin Film- Karavan film yapımı.
Mayıs’ın son günlerinde Çeşme. İki genç kadın, iki kızkardeş, yakın zamanda vefat eden büyükannelerinin evine geliyorlar. Ve o harika iklimde başıboş bir tatile başlıyorlar. Ama aralarındaki ilişkide sevgiden çok nefret, huzurdan çok gerilim var gibidir. Şefkat anlarını izleyen patlamalar, küçük öfke krizleri...
Küçük olan Yasemin’in kaçtığı, ama onu rahat bırakmayan bir erkek olduğu anlaşılır. Süretli hüznü, kederli bakışları, sinirli halleri bundan mıdır? Daha sorunsuz ve hayata bağlı gözüken Lale ise bir yandan plajda kesiştiği bir adamla kabinde sekse girişirken, öte yanda bar işleten genç komşuyla ilişki kurmayı deneyecektir. Ve herşeyin gizi, yavaş yavaş anlaşılacaktır.
Yaman bir kadın filmi. Böyle bir hikâyeyi ancak bir kadın yazabilirdi. Nitekim öyle olmuş. Ayrıca yapımcısı ve sanat yönetmeni de kadın. Ancak yönetmeni erkek!..
Daha önce de Canavarlar Sofrası adlı ilginç (ama benim naçiz ölçülerime göre biraz fazla gösterişçi) filmiyle ilgi çeken Ramin Matin’in, bir film boyunca kadınların ruhuna böylesine girmesi (eskiden olsa ‘nüfuz etmesi’ derdik!) takdire şayan. Erkeklerin sadece aksesuar olduğu hikâyede sürekli bir gerilim yaratmayı başarıyor yönetmen...
Kadın-erkek ilişkileri; kibar görünüşlü, ancak tehlikeli, hatta ölümcül adamlar; iki kardeşin hesaplaşması; deşilen aile sırları... Tüm bunların arasında iyi bir denge kurulmuş. Örneğin kabindeki vahşi seks sahnesinin finaldeki sürprizi açıklamadaki rolü, ancak sonradan anlaşılıyor. Ki o final, filmin bir kara-filme de dönüşmesini sağlıyor...
Hele o bir otoyol üzerinde ‘düello’ sahnesi. İyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş, giderek tüyler ürpertici. Görülmeye değer bir genç sinema örneği.
Kore filminden Amerikan kültürüne
OLDBOY
Yönetmen: Spike Lee
Senaryo: Mark Protosevich
Görüntü: Sean Bobbitt
Müzik: Roque Banos
Oyuncular: Josh Brolin, Elizabeth Olsen, Samuel L. Jackson, Sharlto Copley, Michael İmperiol, Pom Klementieff
Yapım: Amerikan filmi
Koreli ünlü yönetmen Park Chan-wook’un tam on yıl önce çektiği ayni adlı filmin yeniden çevrimi. Ki o film de tanınmış bir Japon manga’sından (yani resimli ve naif şiddet öyküleri) alınmıştı.
Doğrusu bu yeniden çevrimlere ilke olarak ben de karşıyım. Hele belli bir kültürle son derece bağlantılı olanların bambaşka bir kültüre nakil serüvenlerine...
Hayatı kaymış, içki tutkunu, tüm işlerinde başarısız bir üçkağıtçının son bir beceriksizlikle herşeyi mahvetmesinin hemen ardından kaçırılıp, bir mahzende tam 20 yıl hapis tutulması ve sonra serbest kalınca bu işin peşine düşmesinin öyküsü. Sanki ünlü Alexandre Dumas klasiği Monte Cristo’da yıllarca hapis yatan kontun, çıkınca intikam araması öyküsünün modern bir çeşitlemesi.
Ama elbette zamanlar değişmiştir. Onur ve kahramanlığın yerini artık vıcık vıcık bir şiddet, günah ve sapkınlık almıştır. Böylece asıl filmde olduğu gibi burada da akıl almaz bir ensest ilişkisi, herşeye damgasını vurur. Şiddet ise ilk filmi aratmayacak kadar hazır ve nazırdır.
Koreli yönetmenin uzak-doğu kültürüne sımsıkı bağlı öyküsü ve ondan fışkıran lezzet, burada ancak kısmen gerçekleşiyor. Sevdiğimiz sanatçı, Hollywood’un belki ilk büyük zenci yönetmeni, özellikle 25. Saat filmini bir başyapıt saydığım Spike Lee, burada o klasik anlatımını ve New York zenci mizahı duygusunu ikinci plana atıyor. Ve alabildiğine biçimci ve stilize bir uslup tutturuyor.
Bunun hikâyeye yaradığı söylenebilir. Çünkü zaten hikâye gerçekçi değil. Kim kimi 20 yıl hapsedebilir? Ve de bir Japon mangasında gerçekçilik ne arar?
Bu açılardan filme sadece bir uslup araştırması, bir kültürler-arası sentez çabası olarak yaklaşmak en doğrusu. O zaman da hayli oyalayıcı ve cilalı bir melodram/aksiyon karışımı ortaya çıkıyor.
Hele başroldeki Coen Kardeşler, Woody Allen, Gus Van Sant gibi yönetmenlerin gözdesi Josh Brolin, öylesine bir oyun veriyor ki... O 20 yıllık değişimi, fiziksel yanından psikolojisine verme ustalığı olağanüstü. Bilmediğimiz diğer oyuncular da iyi: özellikle çarpıcı fiziğiyle o tüyler ürpertici ‘intikam meleği’nde Sharlto Copley. Görebilirsiniz, ama hemen sonra asıl filmi DVD’den izlemeyi de ihmal etmeden... .
Yarın: Yılın filmleri ve 'en iyiler'