ROBOCOP
Yönetmen: Jose Padilha
Senaryo: Joshua Zetumer
Görüntü: Lula Calvalho
Müzik: Pedro Borfman
Oyuncular: Joel Kinnaman, Gary Oldman, Michael Keaton, Abbie Cornish, Jackie Earle Haley, Michael K.Williams, Jennifer Ehle, Jay Baruchel, Samuel L. Jackson, Marianne Jean-Baptiste
Yapım: MGM-Columbia yapımı.
1995 yılında ‘sinemanın yüzüncü yılı’ kutlanırken yazdığım 100 Yılın 100 Filmi kitabıma aldığım filmlerden biriydi, 1987 yapımı ilk Robocop... O zaman yazdığım gibi '1980’lerde ortaya çıkan, genelde büyük bütçelerle çevrilmiş, güçlü bir teknolojiye ve özel efekt bombardımanına dayanan bilim-kurgusal masallar, fantastik sinemanın çağdaş bir yönelişi'ydi. Ve de 'içerdikleri geleceğe dönük karamsar, giderek ürkünç görüntülerle aşırı moral bozucu sayılsalar da, bu yanları has bilim-kurguların o ayrılmaz kötümserliğinin doğal bir devamı'ydı.
Ben bu akımı temsil etmek için seçeceğim film konusunda hayli duraksamıştım. Özellikle Terminator (ve devam filmleri), Total Recall ve Robocop arasında...Sonunda tercihim, Paul Verhoeven’in (ki Total Recall da onundu) Robocop’u olmuştu. O film, 2010 yıllarında geçen öyküsünü yine araba sanayii, ayni zamanda da bir yasadışılık başkenti olan Detroit’a yerleştiriyor, düzeni sağlama ve yasaları koruma işinin özelleştirilerek bir büyük şirkete bırakılmasını (tam Amerikan usülü kapitalizmin örneği!) ve de görevi sırasında ağır yaralanan ve ancak parçaları kalan bir polisin bir ‘cyborg’ (insan görünümündeki robot) haline ve bir üstün-adama dönüştürülerek, kanunsuzluğa karşı tek başına mücadele vermesini anlatıyordu.
O Robocop kendi içinde kusursuz bir filmdi. Türünün bir zirvesi, bilim-kurgunun parlak bir örneği. Yeniden çevrilmesine gerek var mıydı?
Bu filmi izlerken yanıt geliyor: yokmuş!.. Ülkesindeki başarılı filmlerden sonra ilk kez Hollywood’a gelen Hollandalı Verhoeven’in son derece kıvrak ve stilize anlatımı, tüm filme egemen olan parlak bir kara mizah, ana kahramanın tüm zavallı ve acınası hali içinde patetik, dokunaklı ve yaralı bir üstün-adam olması gibi özellikler, ilk filme garip bir çekicilik katıyordu.
Bu yeni çevrim de bir ‘yabancı’ya, 2007 yılı Berlin şenliğinde Tropa de Elite- Seçkin Takım adlı polisiyesiyle beklenmedik bir Altın Ayı alan Brezilyalı Jose Padilha’ya bırakılmış. O filminden nefret ettiğim yönetmen, bence bunu da başaramamış. 2028 yılına aktarılan hikaye, daha çok ‘düzeni robotlarla sağlamak doğru mudur?' tartışmasına kaydırılmış. ABD’nin dünya üzerindeki varlığının sınanması ise,gelip son dönemin modası olarak İran ve İslam kökenli bir terorizme dayanmış.
Ama belli bir sürükleyicilik içerse de, bu yeni film eskisi gibi işlemiyor. Mizah, kara veya değil, hiç yok!.. Peter Weller denen kendine özgü oyuncunun o mekanik ifadeli yüzü de yok... Asıl filmdeki aksiyon ve duygusallık dengesi korunmaya çalışılmış. Eklenen eş ve aile motiflerinin de katkısıyla... Ama çok başarılamamış.
Sonuç, beklendiği gibi. Alınacak ders de öyle: lütfen klasikleşmiş filmleri rahat bırakın!..
Hastalıklı bir gençlik aşkı
SONSUZ AŞK
(Endless Love)
Yönetmen: Shana Feste
Senaryo: S. Feste, Joshua Safran
Görüntü: Andrew Dunn
Müzik: Christophe Beck
Oyuncular: Gabrielle Wilde, Alex Pettyfer, Bruce Greenwood, Patrick Wilson, Joely Richardson. Rhys Wakefield/ Universal (UİP) filmi.
Bir yeniden çevrim daha... İtalyan sinema ve tiyatro yonetmeni Franco Zeffirelli’nin Hollywood’daki ilk filmi olan Endless Love (1981), Scott Spencer’in çok satan romanından uyarlanmış bir umutsuz aşk öyküsüydü. Özellikle baş roldeki Brooke Shields (erkeği oynayan Martinm Hewitt silik kalmış ve hemen unutulmuştu) ile Diana Ross ve Lionel Richie’nin birlikte söylediği Endless Love şarkısıyla belli bir ilgi de görmüştü.
Farklı sosyal çevrelerden iki gencin hastalıklı ilişkisini anlatan bu hikayenin, 30 küsur yıl sonra yeniden çevrilmesi gerekli miydi? Aslında film fena başlamıyor. Özellikle o tipik Amerikan lisesi ortamı, gençliğin günümüze taşınsa da pek değişmeyen eğlenme tutkusu, liseyi bitirmiş her Amerikalı’nın kalbinde yatan, iyi bir üniversiteye kapağı atıp geleceğini güvence altına alma kaygısının bir saplantıya dönüşmesi gibi ögeler, gayet iyi ve canlı biçimde verilmiş. İki aile arasındaki derin sınıfsal uçurum da...
Ama gerisi? Bu masum aşkın böylesine karamsar yol alması olayı, ilk filme kıyasla daha da melodrama kaydırılmış. Ortaya çıkan, kişilik zaafları yüzünden mutlu olma şansını kaçıran bir çiftin patetik öyküsü yerine, kızın babasının aslında yine kişisel zayıflığından kaynaklanan, ama onu neredeyse bir canavar haline getiren ‘kötülüğü’ olmuş. Gerçi bu rolde emektar Bruce Greenwood perdedeki en iyi oyununu vererek hayli inandırıcı olabiliyor. Yanıbaşında eşini oynayan yine emektar Joely Richardson’la birlikte.
Ama tüm bunlar, hikayedeki abartılı melodram havasını bastıramıyor. Hele kulaklarımız hep o unutulmaz eski şarkıyı ararken... Olmasa da olur bir yeniden çevrim...