KARDAKİ İZLER X X X X ½
(Wind River)/ Yönetim ve senaryo: Taylor Sheridan/ Görüntü: Ben Richardson/ Müzik: Nick Cave, Warren Ellis/ Oyuncular: Jeremy Renner, Elizabeth Olsen, Kelsey Chow, Gill Birgingham, Julia Jones, Jon Bernthal, Martin Sensmeier, Graham Greene/ Amerikan filmi, 2017.
Bu film zamanında bizde gösterildi mi, bilmiyorum. Ben görüp yazamamışım. Netflix’de girip izleyince çok çok sevdim. Ve bu kaybı gidermeye çalıştım.
Film dev ülke ABD’nin en soğuk eyaleti sayılan Wyoming’de geçiyor. Cory Lambert yörede avcılık ve yerel deyimle ‘izcilik’ yapan orta yaşlı biridir. Yakın zamanda boşanmıştır, eşiyle medeni bir ilişkisi vardır. Eşi Wilma yakındaki Jackson vilayetinde iş bulmuştur, oraya gitmeyi tasarlamaktadır. Ve küçük oğullarını paylaşma kavgasındalar.
Burası aynı zamanda Amerika’da ‘İndian Reservation Zone- Kızılderili Koruma Bölgesi’ denen yerlerdendir. Bu halka karşı acımasız bir soykırım işlediği artık kesin olarak bilinen ülkede o ırkı belli ölçüde koruma, gözetme, hayat hakkı verme çabasının ürünlerinden biri.... Tam o sırada av peşindeki Cory kardaki kan izlerini takip ederek bir kadın cesedine ulaşır. Kullandığı bir tür modern ‘kar kızağı’ sayesinde istediği yere çabucak gidebilen, hatta tepelere bile tırmanabilen Cory’nin güçlükle tanıdığı cesedin yine Kızılderili kökenli Natalie’ye ait olduğu anlaşılır.
ABD yasaları gereği buraya bir FBI ajanı yollanır. Güzel kadın ajan Jane Banner. Ama onun bu olayın peşine düşebilmesi için ortada bir cinayet olması gereklidir. Oysa yerel polis inatla bunun mutlaka bir cinayet vakası olduğunu kabul etmek istemez.
Ve işler giderek karışmaya başlar. Tıbbi deyimiyle bu ‘pumoner hemoraji’, yani üstelik çıplak ayakla (!) on kilometre yürüme ve sonunda donma olayına bir türlü tam teşhis konamaz. Kızılderili aile, özellikle anne tam bir mateme girer. İşin içine yerel çeteler, Natalie’nin esrarcı erkek kardeşi, Natalie’nin sevgilisi gibi kişiler girip çıkarlar. Ve bu ‘neo-western’ daha çok bir polisiye filme, bir gizem entrikasına doğru kayar. Hem de en ustalıklı biçimde...
Filmin öncelikle hikâyesi iyi yazılmış ve iyi çekilmiş. Oyuncu, yazar, yönetmen Taylor Sheridan daha çok senaryolarıyla tanınmıştı. Bu ilk yönetmenliği. Sheridan bu filmi "Tecavüze uğrayan ve öldürülen özellikle Kanadalı kadın sayısının çokluğunu hatırlatmak için” yazdığını söylemiş. Ama filmin sahibi olan The Weinstein Company’nin patronu Harvey Weinstein aleyhine kadınlarca başlatılan tecavüz kampanyası sonucu filmin dağıtımı da engellenmiş. Belki o yüzden bize gelmemiş olabilir.
Filmin senaryosu çeşitli ustalıklar içeriyor. Örneğin yavaş yavaş ortaya çıkan ve insanı şaşırtan sürprizler. Cory’nin ilk karısının da Kızılderili olması... Kızı Emily konusunda sonradan ortaya çıkan acı gerçekler... Ve de son derece hoş özdeyişler. Örneğin “Gerçek kahramanlar kovboyları her zaman öldürmüştür”. Ya da şu: “Şans şehirde yaşar. Buralarda ona yer yok!”.
Ama filmin asıl ve temel özelliği bence şu. Zor, ama kendimce açıklamaya çalışacağım. Bu film birkaç temel öğeyi görülmemiş bir ustalıkla birleştiriyor. Bunlardan biri içerdiği vahşet. Öylesine bir vahşet ki bu, ırkçılıktan en basit insan düşmanlığına, insan hayatına sıfır değer biçmeden kötücüllüğün zirvesine çıkmaya birçok öge içeriyor. Ayrıca bir grup insanın –illa da bir çete veya çeteler savaşı olmadan- birden, bir anda hep birden silahlarını çıkarıp birbirlerini öldürmekle tehdit etmesi bölümleri de etkileyici. Sanki birden bulaşan bir ölümcül salgın gibi...
Ama daha da ötesi var. O da doğa ve doğanın kullanılması. O sonsuz beyazlıklar, o uzanıp giden güzellik öylesine bir vahşet ve şiddetle koyun koyuna buluşuyor ki... Kar belki hiçbir zaman böylesine bir korku dekoruna dönüşmemişti.
Bir şey daha var. Filmde kullanılan silahların özelliği, çok güçlü birer ölüm aracı olması. Öyle ki birine ateş edildiğinde o ölmek veya yaralanmakla kalmıyor; metrelerce geriye fırlıyor! Öylesine de bir etki doğuyor elbette... Şiddetin bir ölçü daha büyütülmesi, altının görsellikle çizilmesi sanki...
Oyuncular da görevlerini yapıyorlar. Jeremy Renner 1971 doğumlu, yani bugün 50 yaşında. Kendi adıma çok sevdiğim bir oyuncu. Çünkü tam bir yakışıklı değil; çok yumuşak ve insancıl bir yüzü var. Bu sayede de parlak bir kariyer yaptı. TV’den sonra 2000’lerde sinemaya başladı. 28 Weeks Later, The Hurt Locker, İngenious, The Town...Sonra Mission İmpossible, The Avengers, The Bourne Legacy gibi efsaneye dönüşmüş seri-filmler...Biri baş, diğeri yardımcı oyuncu olarak iki Oscar adaylığı. Ve hâlâ süren bir kariyer. Şapka!...
Diğer oyuncuları, ayrıca şarkılarıyla katılan Nick Cave ve Warren Ellis’i de övmek gerekir. Ve bu kadar övgüden sonra, herhalde bu filmi görmeniz de...