19 Ocak 2016

CHP'nin dostları düşmanı aratmıyor

"Böyle bölüne bölüne nerelere varacağız?"

Zaman zaman bu sitede belirttiğim kötümserliğim galiba iyice kronikleşiyor. Nasıl öyle olmasın ki… Siyaset oyunlarının bizi içine çekip aldığı bu boğucu havadan, bu aşırı kirlenmiş sulardan, bu dayanılmaz haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk ve yağma izleniminden çıkmak giderek o kadar zorlaşıyor ki...

    Çünkü, her şeye karşın ülkenin kıl payıyla da olsa çoğunluğunu oluşturan geniş bir kitleyi temsil etme iddiasındaki kurumlar, örgütler, yayın organları, aydınlar ve gazeteciler, günden güne öylesine bölünüp dağılıyor, parçalanıyor ki… Hiç beklemediğiniz yerlerden ve ummadığınız kişilerden asıl hedefi tümüyle ıskalayıp bambaşka yönlere, hatta aslında kendi içlerinden olan kesimlere, kurumlara, kişilere öylesine saldırılar geliyor  ki...

    Sanki gizli bir el ya da yaman bir düzenbaz bu davanın yandaşlarını sürekli birbirine düşürüyor, bölüp parçalıyor. Onları birbirlerine karşı kin ve düşmanlıkla dolduruyor. Ve yol arkadaş olması gerekenler, bir bakıyorsunuz en yaman düşman olmuşlar...

      Bakınız şu son günlere… Ülkede AKP iktidarıyla mücadele edebilecek hangi parti kaldı? MHP, sahayı çoktan terketmesi gereken miadını doldurmuş bir siyasinin elinde, artık umut veren bir parti değil. HDP çok yakın zamanda eriştiği o önemli güce ve liderlerinin topladığı sempatiye karşın, sürekli bir şeyler yitiriyor, inişe geçmiş gözüküyor.

    Siyasal parti olarak geriye CHP’den başka hangisi kaldı? Bu durumda ülkeyi AKP’den kurtarmak mücadelesinde bu partiye belli bir sempatiyle ve anlayışla yaklaşılması gerekmez mi?

    Üstelik bu parti kendisini yenilemek için ciddi bir çabanın içine girdi. Son kurultayda gerçi sonunda Kılıçdaroğlu’na gerçek bir rakip çıkmadı. Ve o üst üste dördüncü kez başkan seçildi.

      Ama rica ederim: hepsine olan açık sempatime karşın, ortaya çıkar gibi olan birkaç adayın Kılıçdaroğlu’ndan daha ‘iyi’ olduklarını, çok daha iyisini yapabileceklerini ve ilk seçimlerde partiyi iktidara getireceklerini bekleyen var mı? Sahiden var mı? 

      Ayrıca CHP Parti Meclisi ciddi biçimde değişti. Ve üçte iki oranında yenilendi. Gerçi temelde Kılıçdaroğlu’nun ‘anahtar listesi’ ön plana çıktı.  Ama bu liste -kimi yorumlara göre- büyük fire verdi..

      ‘Listeyi delip’ PM’ye girenler arasında Fikri Sağlar’dan İlhan Cihaner’e, Aylin Nazlıaka’dan Necati Yılmaz’a yakından-uzaktan tanıyıp takdir ettiğimiz kişiler var. Böylece Kurultay sayın Kılıçdaroğlu’na da önemli bir mesaj verdi. “Seni yine başkan seçiyoruz, ama blok liste kabul etmiyor ve şu şu partilileri de göreve çağırıyoruz” dedi. Daha ne olsun?

      Ama örneğin Ahmet Hakan kurultay için yazdığı “Kurultay var ya Kurultay” başlıklı kısacık yazıda şöyle dedi:

     “Umut veremedi/ Ezber bozamadı/ ‘Artık başka şey yapacaklar galiba’ dedirtemedi/ Sarsamadı/ Etkilemedi/ Gündem yaratamadı/’Vay be’ çektiremedi/ Tozu dumanı attıramadı/ Olağanüstü koşullarda olağanüstü bir yanıt üretemedi/ Salı toplantısının bir adım ötesine geçemedi”

    Ahmet Hakan galiba bu kurultaydan bir mucize ya da bir sihirbazlık gösterisi bekliyordu!… Gerçekçilik bu mu? Ve “gerçekçi olunmadan namuslu olunmaz” diye özetlenebilecek o klasik Kemal Tahir düşüncesini anmanın sırası değil mi?

    AKP’nin bizzat hedef aldığı, evinin kapısına kaba güç yolladığı,  yazdığı yayın organına neredeyse savaş açtığı bir yazarın, bir dönüm noktasındaki CHP’ye bakışı bu kadarcık mı ve bu denli olumsuz mu olmalıydı? Kendini yenilemek için gerçek bir çaba gösterdiği kesin olan bu partiye biraz anlayış göstermek gerekmez miydi?

    CHP’ye ve başkanına hep kronik bir nefretle yaklaşan bir  “AKP muhalifi” yazar da, malum, Melih Aşık’tır. İşte onun kurultay üzerine yazısının finali:

      “Bundan sonra ne olacak peki? Bugüne dek ne olduysa o olacak. Parti bilinçli olarak AKP’yi tehdit edecek bir program ve siyasi çizgi oluşturmayacak. İktidara yönelik çakma eleştirilerle muhalefet yapıyor görünecek, önümüzdeki seçimde & 25’i tutturup Meclis’te kalmaya çalışacak. Dışarıdan yüklenen misyon budur”.

     Yine aslında AKP’ye karşı en büyük  muhalefeti yapan ve varlık nedenini neredeyse bunun üzerine kuran, bu sayede de hayli önemli satış sayılarına ulaşmış bir Sözcü gazetesinin yine çok okunan yazarı Yılmaz  Özdil ise, geçen gün “CHP en fazla sekiz-dokuz kurultay sonra AKP’yi mahvedecektir” diye alay ettikten sonra, konuyu şu zarif sözlerle bakın nasıl genişletti (aynen yazarın yazdığı gibi sunuyorum): 

    “Yedi defa kaybetmiş biri hala ’rakipsiz’ genel başkan seçilebiliyorsa,  bunu sadece gerizekalılıkla tarif etmek yeterli değildir. En başta CİA kontrolündeki İpekyolu Enstitüsü’nü, Sorosçu Tesev’i, elçiliklerden beslenen basın finolarımızı, AKP yandaşı tetikçi gazetecileri ekrana çıkarıp namluslu gazetecilere iftira atan Halk Tv’yi  (  ), şelaleye sürüklenen kütük misali akıntıya kapılan CHP kadrolarını da tebrik  tebrik etmek gerekir

    İpekyolu Enstitüsü’nü bilmiyorum.  Ama TESEV’i bilirim, onca kanal arasında en etkili muhalefeti yapan Halk TV’yi de. Kusursuz bir kanal mıdır? Hayır. Hele o ‘prime time’daki mal pazarlamaları!...

    Ama yararlı, gerekli bir medya kuruluşudur. Hele şu dönemde.... Tıpkı Ulusal Kanal gibi… Birçok muhalif yayın organının –gazete veya TV- şu dönemde tam anlamıyla çanına ot tıkanmışken, iktidarın karşısında blok halinde muhalefet yapmak kaçınılmaz bir görev olmuşken,  bu kesim içinde yer alan ve değişik biçimlerde muhalefet yapan kurumlara sürekli laf sokuşturmak, eleştiri yöneltmek hangi akılla, hangi gerçekçi tavırla bağdaşıyor? Kime yarıyor, hangi davaya hizmet ediyor?

      Kusura bakmayın ama, ben bu tür yazı ve yorumları okudukça, asıl bu görüş sahiplerinin gizli AKP yandaşı olduğunu düşünüyorum. İnsanın (bir partinin ve bir görüşün) böyle dostları, bu tür savunucuları varsa, düşmana ne  gerek var? Vah zavallı CHP...

 

Ünlü bildiri ve sonrası

 

     Akademisyenler sorunu da öyle oldu. Kritik bir zamanda üniversitelerimizden gelen, altında saygın 1100 küsur imzanın yer aldığı bildiri, ciddi ve işlevsel bir aydın protestosuydu, öyle karşılandı.

      Ama hemen ardından bir eksiği olduğu anlaşıldı. Ülkemize birden patlayan şiddetin yandaşlarından ve müsebbiblerinden PKK’yı da eleştiri çemberi içine alması ve olup bitende onun sorumluluk payını da belirtmesi gerekiyordu.

    Elbette iktidar bunun üzerine atladı. Ve başkomutanın ağzından saçılan emirlerle tüm hukuk sistemi, hukuk dışı olduğu kesin biçimde  anlaşılan bir şiddet ve celalle bu bilim insanlarına yüklenmeye başladı.

     Ve orada da çatlama kendini gösterdi. Sanki kimse Voltaire’in yüzyıllar önce dediğini hatırlamıyordu: “Fikirlerinize sonuna dek karşıyım. Ama onları belirtme özgürlüğünüzü hayatım pahasına savunurum”.

      Evet, ama işte, bizde yine öyle olmadı. Gerçi o imza sahipleri çığ gibi büyüyen tepkilere, en yüksek ağızlardan çıkan ağır hakaretlere ve birden patlayan tehditlere karşı, hemen hiç fire vermediler, sözlerinden dönüş yapmadılar.

      Ayrıca şu ana dek 600’ü çoktan aşan ve o bildiriyi destekleyen yeni bir aydınlar bildirisi de yayınlandı:  “Akademisyenler Susturulamaz/  Omuz Ver”

      Ama ayrıca, Türkiye İçin Akademisyenler İnisiyatifi Grubu/ Hür Akademisyenler Derneği/ Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği ve de Akademik Birlik Platformu adlı dört farklı kuruluş, ‘Türkiye’nin ve devletin teröre karşı verdiği mücadeleyi desteklemek’ diye özetlenebilecek bir ana fikir etrafında birleşen metinler yayınladılar.

      Ama tartışma yaratan ilk metnin eksiğine karşı, onların da temel bir  eksiği vardı: içerdiği fikirler ne olursa olsun, üniversitenin ve mensuplarının bir bildiriyle görüşlerini kamuoyuna açıklama özgürlüğünü amasız, fakatsız, kesin bir dille savunmak...

      Onlar da bunu yapmayı unutmuşlardı. Ve özgürlük ve demokrasi çerçevesinde çok önemli olan bir kavramı, fikir özgürlüğü ilkesini, hele üniversite ve bilim camiası için yaşamsal olan bu ilkeyi savunmayı ihmal  etmişlerdi.

      Ve böylece bölünmüşlerdi. Bu vahim olay ve ayni ölçüde vahim gidişin karşısında, üniversiteler ve akademisyenler birlik olamamışlar, tek bir  yürek gibi davranıp tek bir ses verememişlerdi.

    Bakalım, böyle bölüne bölüne nerelere varacağız, meraka değer... 

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

Bir sinema tutkulusunun ölümü ve düşündürdükleri

Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu

"
"