Son günlerim biraz leyleği havada görmüş gibi geçti. Bir haftalık bir Paris yolculuğu (gezi-tatil için), gelir gelmez günübirlik bir Ankara yolculuğu: sevgili Bilkent üniversitesindeki Medya konulu panel için...
O da tam o menfur ve menhus Ankara terörüne denk gelmez mi? Ben gerçi son anda uçuşumu öne alıp havalanmıştım bile... Ama Yeşilköy’e ayak bastığımdan itibaren yüreğimin nasıl kanadığını anlatamam: her aklıbaşındaki Türk vatandaşı (ya da herhangi bir ülke insanı) gibi...
Gerek Paris, gerekse Ankara’dan nakletmek istediğim kimi izlenimler vardı. Ama onları erteleyip son olaylara değirmek istiyorum. Bir kez daha; bir siyaset yazarı değil, bir aydın kimliğiyle...
Doğrudur; terörün bahanesi, aması ve fakati olmaz. Terör, hele onun belli insanlara değil (bir dönemdeki Türk diplomatlarına yönelik Ermeni terörü gibi), ama savunulan mesele ve davayla hiçbir ilişkisi olmayan sıradan vatandaşa, sokaktan gelip geçen insanlara yönelik biçimi hiçbir biçimde bağışlanamaz, anlaşılamaz ve savunulamaz.
Ayrıca dün (Salı) Hürriyet’de Mehmet Yılmaz’ın yazdığı gibi, bu vb. olaylarda suçlu, kusurlu ve sorumlu kavramlarını kesin biçimde ayırmak gerekir. Suçlu elbette o bombaları patlatanlar, o kurşunları sıkanlardır. Ama hemen ardından görevini yapamayan devlet memurlarının kusurları ve de tepede devleti yöneten siyasetin sorumluluğu gelir. Yadsınamaz ve ertelenemez biçimde...
Son olayların bizi getirdiği noktanın korkunç olduğu açıktır. Türkiye Kurtuluş Savaşı’ndaki düşman işgalinden beri hiç yaşamadığı derecede kendisini zayıf, güvensiz ve ürkek hisseden bir toplum haline getirilmiştir. Bırakınız açıkça bir iç savaşı yaşayan o güzelim yerleri. O kültürüne ve geçmişine hayran olduğum Diyarbakır ve onun o paha biçilmez Sur mahallesi başta olmak üzere tüm o Doğu kent ve kasabalarımızı...
Ama İstanbul’un en lüks, en güvenli gözüken semtlerinde, meydanlarında, hatta AVM’lerinde bile haftabaşından beri görülen tenhalığı, adeta havada hissedilen tedirginliği ben hissettim, adeta gördüm. Böylece terörün asıl amacına ulaştığı da söylenebilir: ülkeyi bir korku atmosferine sokmak, tüm bir halkı ürkütmek. Ve neredeyse hem bugünümüzü, hem de geleceğimizi bir tür siyasal şantajın, bir korku ipoteğinin zincirleriyle sımsıkı bağlamak....
Böyle bir durumda meseleye daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekiyor. O zaman da Mehmet Yılmaz’ın yaptığı tasnifi biraz zorlama gereği doğuyor. Çünkü o siyasal sorumluluk ve ülkeyi yönetenlerin buradaki beceriksizliği ve başarısızlığı, artık asıl günah haline geliyor. İktidarı ‘günah keçisi’ yapmak değil, düpedüz günahkar saymak....
Çünkü bu noktaya adım adım gelindi. AKP iktidarının tam bir dökümünü yapmak benim ne işim, ne de haddim. Ama bu iktidarın sadece Kürt sorunundaki büyük yanlışlarını görmemek için kör olmak gerekiyor!.. Belki tarihimizde ilk kez bu meseleyi gerçek dava sahipleriyle, yani Kürtlerle konuşup anlaşarak, barışa belki çok küçük ve çok zor adımlarla, ama emin biçimde yaklaşma fırsatını yaratan AKP iktidarı, bu konuda bizler ne desek de o camianın ve o halkın lider saydığı Abdullah Öcalan’ı da işin içine dahil etme cesaretini göstermişti. Gayet akıllı biçimde...
Ama sonra ne oldu? İşin içine o aşırı Türk milliyetçiliği, o kitlenin hoşgörüsüzlüğü korkuları, o ucuz ve gündelik siyasete kayma içgüdüsü giriverdi. Ortada ne Dolmabahçe görüşmeleri kaldı, ne İmralı ziyaretleri.
Ama asıl hata HDP konusunda yapıldı, yapılıyor. HDP’nin Kürtleri temsilen yasal bir siyasal parti olarak Meclis'e ve siyasal yaşamımıza girmesi, bende kişisel olarak büyük bir sevinç ve mutluluk doğurmuştu. Çünkü yıllar yılı, siyaseti kıyısından-köşesinden de olsa hep izleyen bir aydın olarak, böylesine taleplerin, böylesine davaların ve onları savunan örgütlerin, tüm dünyada ancak siyasetin içine çekilmek suretiyle çözüme gidildiğini izlemiştim.
Yıllar boyu Korsika’dan İrlanda’ya, İspanya’dan Belçika’ya tüm ülkelerdeki o ayrılık ve bağımsızlık davaları ve bunlar uğruna dünyanın en büyük başkentlerini kana boğma girişimleri böylece denetim altına alınmış, kimi zaman halk oylamalarına gidilse de hemen hepsinde, bu sorunlu yöreler ait oldukları ülkenin sınırları içinde kalmayı seçmişlerdi.
Bir diğer deyişle bu alanda başarının, yani ülke bütünlüğünü korumanın gizi, o ülkede gerçek demokrasiyi olabildiğince gerçekleştirmek, insan haklarını tam bir güvenceye almak ve tüm azınlıkların haklarını korumaktı: ana dilde eğitimden kültürel birikime, inanç ve ibadet özgürlüğünden siyasete bilfiil katılma imkanlarına dek...
Ama sonra, Tayyip Erdoğan hükümetin başı olmakla yetinmeyip devletin başı olmak istedi. Başkanlık tutkusu onu ilk baştaki birçok çağdaş gözüken düşünce ve emelinden alıp kopardı. Ne azınlık hakları kaldı, ne barış girişimleri. Ne akil adamlar, ne gerçek aydın danışmanlar... Her şey umarsız bir iktidar tutkusu, kör bir başkan olma projesi ve sonsuz bir ‘ihtiras’ uğruna harcandı. Bozuk para gibi....
Böyle bir dönemde, birlik ve beraberliğin önemini herkesin gördüğü ve herkesin ağzından düşürmediği bir dönemde, sayın Erdoğan bunun en ters örneklerini verip duruyor. İyi kötü işleyen her kuruma hiçbir fırsatı kaçırmadan saldırarak; Merkez Bankası’ndan Danıştay’a, Yargıtay’dan AYM’ye... Zaten kurumları sarsılmış, dengesi bozulmuş, adalet kavramı iyice yara almış bir ülkede bunun sonuçlarını aklına bile getirmeden...
Ya medyaya karşı açılan savaş? Cumhuriyet yazarlarına reva görülen davranıştan Hürriyet’e ve Ahmet Hakan’a saldırının komutanı konumunda gözüken zatın bakan yardımcısı yapılması küstahlığına dek... Birçok TV kanalının kapatılmasından en son ZAMAN gibi bir gazeteye ‘kayyım atanmasına’... Ve böylece o güzelim gazetenin çanına ot tıkılmasına... Sahi, ben şimdi onca sevdiğim yazarı nerede bulup okuyacağım?
Şimdi de HDP’li siyasetçileri harcama dönemine girildi. Doğrudur, o parti ve o siyasetçiler belki gerçekten de PKK ile aralarına milletin büyük çoğunluğunun beklediği mesafeyi koyamadılar. O doğuda başlatılan gerilla savaşlarına yeterince karşı çıkmadılar-çıkamadılar. Ve siyasetlerini kişi ve parti olarak çoğumuza anlatamadılar.
Ama yine de, zaten Suriye’de baştan beri tümüyle yanlış giden bir dış politikanın yanısıra, Kürt hareketinin gerila savaşından siyasete kayma sürecini böylesine harcamak ve ülkeyi bir korku ve şiddet diyarına çevirmek büyük bir sorumluluk değil mi?
Evet, suç, kusur ve sorumluluk skalası var. Ama sorumluluk denen şeyin böylesine sorumsuzca heba edilmesi, artık neredeyse suç sınırlarına giriyor değil mi?
Bir örnek vermek istiyorum. Bir süre önce HDP’nin ve de tüm Meclis'in en genç milletvekili, 1989 doğumlu Tuğba Hezer’in haberleri basına yansımış ve dikkatimi çekmişti. Bu gencecik kadın kendisini Kürt davasına adamış gözüküyor. Önceki Ankara suikastlerinde canlı bomba olarak ölen bir teroristin cenazesine gidiyor ve ‘taziye çadırı’na girip anma törenine katılıyor.
Zaten sabıkası var: daha önce de bir PKK teröristinin cenazesine katılıp tabutunu taşımış ve tepkiler almış. Bu kez tepkiler daha da müthiş. Ve daha o gün, onun dokunulmazlığını kaldırma düşüncesi egemen olmuş.
Hezer’in yaptığı elbette ve en hafifiyle bir densizlik. Ama o zaman bir gazetede çıkan yaşam öyküsüne bakmıştım (şimdi internette de bulamadım). Kadının yanılmıyorsam ağabeyi dağa çıkmış bir PKK’lı. Ailesinde öyle kişiler var.
Peki ama, o çevrede büyümüş, o dava için eğitilmiş o yaşta bir genç insanın, bu aile geleneği içinde yasadışı eylemlere katılması mı iyidir? Yoksa politikaya atılıp ve meclise girip yasal bir savaşıma katılması mı? Bu sorunun yanıtını hertürlü demagojiden uzak, sakin ve yansız bir kafayla bulmaya çalışın... Ne demek istediğimi kavrarsınız.
O beğenmediğimiz ve Öcalan’a duydukları yakınlıktan PKK’ye karşı mesafelerine sürekli eleştirdiğimiz HDP’liler de bu vatanın çocukları, bu toprağın insanları. Devletimiz geçmişte diğer azınlıklara olduğu gibi onlara karşı da hatalar işlemiş, yanlışlar yapmış. Baskı dönemleri olmuş, toplu kıyımlar yaşanmış. Güneydoğu’nun dili olsa da anlatsa..
Ama şimdi, tüm bunları gidermek için elimize yepyeni bir fırsat geçmiş. Gerçi her parti içinde Kürt’lükleriyle bilinen birkaç milletvekili var. AKP’de de...Ama böylesine grup halinde, bunca sayıya ulaşan Kürt milletvetkili?
Bu büyük bir fırsattır. Bunu asla unutmamalı ve gözardı etmemeliyiz. Bir toplu siyasal lince doğru giden ve Tayyip Erdoğan’ın habire rüzgarını üfleyip durduğu o ‘fezleke yağmuru’nu, o şimdilik 23 sayısına ulaşmış gözüken dokunulmazlık kaldırma dosyalarını hemen unutmalıyız.
O insanların içinden geldikleri, sürekli kafalarına kazınmış Kürt bağımsızlıği ideolojisinden bir günde kurtulmalarını beklemeyin. İsteseler de yapamazlar. Ama onların haklarını, dillerini, kültürlerini kabul edip saygı gösterdiğiniz ölçüde onlar da savaşmak yerine barışçıl çözümlere yanaşacaklardır. Tüm dış ülkelerde olduğu gibi...
Ama siz, kişisel ihtiraslarınıza ve ülkeyi onlara kurban etme içgüdülerinize lütfen artık gem vurun. Özgürlüklere saygılı olun. Farklılıklara sevgi ve saygıyla yaklaşın.
Geçmişte Gezi Olayı’nı anlayamadan, yanından geçip gittiniz. Şimdi bari Cerattepe’yi iyi yorumlayın. “Affedersiniz Ermeni, kusura bakmayın Kürt” lapsüs’lerinden (dil sürçmesi) ne yapıp edip kurtulun.
Şu gariban ülkede demokrasiyi, insan ve azınlık haklarını adam gibi, gerekirse yeni baştan kurun. Bir kesimin değil, tüm kesimlerin başkanı olmayı deneyin. Bunlar için artık son şansınız olabilir!..