11 Eylül 2015

Bir katliamı anmak, 50 yıl sonra olsa bile...

Gördüklerimize benzemeyen değişik bir belgesel. Bu türü seven ve de sinemanın nasıl farklı bir güce sahip olabileceğini görmek isteyenler için

SESSİZLİĞİN BAKIŞI        X  X  X  X (The Look of Silence)

Yönetmen: Joshua Oppenheimer/ ABD-Danimarka yapımı

 

Amerikalı yapımcı-yönetmen Joshua Oppenheimer, 2012’de çektiği The Act of Killing- Öldürme Eylemi adlı belgeselinde, Endonezya’da 1965’lerde yaşanan veMüslüman halkın komünist yaftası takılan büyük bir kitleyi (bir milyona yakın!) katlettiği trajik olayın bir portresini çiziyordu. Film bütün dünyada büyük yankı yaptı. Bizde de gösterilmiş, ama ben kaçırmışım. .

  O filmin daha geniş bir çerçevede, katliamın hala ayakta ve bir bölümü iktidarda olanlarla konuşarak yaptığını, yönetmen bu kez daha daraltıyor, bir aileyi konu alıyor. Adi adlı bir genç adam, yaşı bilinmeyen annesi (harika bir çok yaşlı hanımefendi), artık yatalak bir iskelete dönmüş babası, alımlı karısı, iki sevimli çocuğuyla yaşayıp giderken, o halkın yüreğine ve beynine  yerleşmiş bu olaya eğilme gereksinimi duyuyor.

    Nasıl duymasın ki, bu kıyım doğru-dürüst araştırılmamış, suçluları bulunmamış, kimse ceza almamış. Hatta görevlerini aynen sürdürmüşler. Ve o güzelim ülke, hala ve herzaman bu tür iç savaşa ve şiddete açık olarak yaşıyor.

    Adi, daha kendisinin doğmadığı bir dönemde vahşice öldürülen ağabeyinin öyküsünü araştırmaya girişiyor. Yine kimi tanıklıklar, kamera önünde o günleri hatırlayanlar...Ama işin içine aile bireyleri ve çok yakın dostlar da giriyor ve belki daha yüreğe dokunan bir tablo ortaya çıkıyor. 

  Film önceleri oldukça alçak perdeden gidiyor: sinemasal bir canlılık yok, hep konuşmalar, bir tür laf ebeliği sanki egemen oluyor. Ama yönetmen akıllıca bir yapı kurmuş. Konuşmaların ilginçliği giderek artıyor, tempo yükseliyor, hatta bir tür gerilim ortaya çıkıyor.

    Ve olayın gerçek boyutları belirdikçe, filmin etki gücü sanki matematik olarak katlanıyor. Bizden çok uzak bu ülkenin ve hiç tanımadığımız bu halkın yaşadıkları, adeta dayanılmaz bir atmosfer kazanıyor. Giderek geriliyor ve neredeyse nefes nefese izliyoruz desem...Acaba abartmış olur muyum?

  Ve arada kimi çok etkili bölümler var. Adi, yürekli, soğuk, mekanik bakışları ve adeta ‘ne yaptığınızı biliyorum!’ cümlesiyle özetlenebilecek sorularıyla o suçlular ordusunu sorguya çekerken, sanki herbirinin yüzü unutmak isteğiyle zorunlu hatırlamanın ve bunların bitmeyen çarpışmasının savaş alanına dönüşüyor.

    İnsan yüzlerinin böylesine utanç verici anlamlara doğru açılması tuhaf bir duygu. İşlediği cinayetleri gülerek, ürkünç bir mizah duygusuyla anlatanlar...Yönetimin vurucu gücü haline gelmiş faşist çetecilerin en küçük bir pişmanlık taşımayan sözleri...Yarım yüzyıl sonra bile unutamadıkları kitle kıyımının etrafından dönmeye kalkışanlar...Özetle, binbir türlü sahtekarlık...

  Gördüklerimize benzemeyen değişik bir belgesel. Bu türü seven ve de sinemanın nasıl farklı bir güce sahip olabileceğini görmek isteyenler için...

 

Bir sürpriz: country şarkıcısı Meryl Streep!...

 

SIRADIŞI ANNE  (Ricki and the Flash)    X  X  X

 

Yönetmen: Jonathan Demme
Senaryo: Diablo Cody
Görüntü: Decian Quinn
Müzik: Alexandre Azaria
Oyuncular: Meryl Streep, Kevin Kline, Mamie Gummer, Rick Springfield, Hailey Gates, Bill İrwin, Rick Rosas, Joe Vitale, Ben Platt/ TriStar Pictures f ilmi

 
 

 

 

    “Üç Oscar’lı” Meryl Streep’i izlemek herzaman bir keyiftir!... Üstelik bu kadın neredeyse yaşlanmıyor!...Hep belli bir güzelliği, inceliği ve zarafeti koruyor. Ayrıca bu filmde sanki daha da gençleşmiş gibi...

  Oscar’lıların buluştuğu bir film bu aslında...Yönetmen Jonathan Demme ve senaryo yazarı Diablo Cody de ödülü kucaklamışlardan...

  Ama bu alçakgönüllü bir film. Streep filmde tanınmış bir ‘country’ gitarist-şarkıcısını oynuyor. Yıllar önce kocasını ve evini terketmiş ve adını da Ricki yaparak, müzikal bir kariyer seçmiş bir kadın.     

  Eşi Pete, o zamandan beri paralanmış. İndianapolis’te şato gibi bir evde oturuyor. Üç çocuklarından kız olanı Julie kocası tarafından terkedilip bunalıma girince, Pete onu eve çağırıyor: kızına destek olması için...

  Aslında Ricki yıllardır eve dönmemiş. Eşinin yeni ve melez eşini de çok az tanıyor. O belli ününe karşın, iki yakasını biraraya getirememiş. Öyle ki gündüzleri bir markette çalışıyor!...Gitaristi, kendisinden genç Greg’le bir ilişki yaşıyor: inişli-çıkışlı da olsa...Ve sürekli para sorunlarıyla boğuşuyor.

  Bu açıdan uçak biletini almak zor olsa da, Ricki eve dönüyor. Orada üç çocuğunun sorunlarıyla tanışıyor: büyük oğlu evlenmek üzeredir, küçüğü ise eşcinseldir. Kızına gelince, gerçek bir bunalım geçirmekte ve tedavi görmektedir.

  Film öncelikle magazine yakın özellikleriyle dikkat çekiyor. Ana-kızı oynayan Meryl Streep ve Mamie Grummer’in gerçekten ana-kız olmaları...Meryl’in filmdeki şarkıları kendisinin söylemesi ve ayrıca filmden önce altı ay gitar dersi almış olması gibi...

  Bunların dışında film, Philadelphia veya Kuzuların Sessizliği yönetmeni için hafif duruyor. Sanki bir tür Nashville bölümü:  yakın zamanda Digitürk ekranlarına gelen bir ‘country müzik’ dizisi...

  Ama görünüşe aldanmayın. Yine de hayli hoşlukları olan bir film bu...ABD’nin ulusal pop müziği country’nin dünyasını çok iyi veriyor: müzikçileri kadar seyircileri, karakterleri kadar toplumsal anlamıyla da...

  Ayrıca o dünyayla, ailenin ait olduğu üst sınıf varlıklı Amerikalı dünyasının çelişkisi. Öylesine ki, Ricki finalde oğlunun düğününe geldiğinde, o kalabalık ve tutucu çevreden tepki görüyor, hatta düşmanlıkla karşılaşıyor. Ve oğluna verebileceği en iyi armağanı sunuyor: bir şarkı. Hem de öyle-böyle değil, efsane Bruce Springsteen’in en vahşi, en çığlığa benzer bestelerinden biri.

  Ve o sahnede, grubu The Flash eşliğinde, üzerinde tam bir rock yıldızına yakışır giysisi, şıkır şıkır sahte mücevherleri  ve cesur dövmeleriyle şarkı söylerken, derin Amerika’nın o tutucu insanları nasıl tedirgin oluyor, nasıl kıpırdanıyor, hatta çekip gidiyorlar!...

  Böylece film, genelde kendisi tutucu bir çevre sayılan country müziğe bu kez devrimci bir işlev yüklüyor. Ve onu derin Amerika için kolay yutulamaz bir isyan alanı olarak gösteriyor.

  Ne olursa olsun, özellikle country ve genelde müzikseverlerin ilgisine aday bir film. Ama ayrıca iyi oyunculukları ve yer yer belgesele yaklaşan havasıyla da ilgiye değer.

Yarın: BAY HOLMES VE MÜTHİŞ SIRRI ve İLİŞKİ DURUMU KAÇAMAK

 

Yazarın Diğer Yazıları

Özel bir kahramanın son ve en şaşırtıcı filmi

Asıl tema belki de şudur: Arthur Fleck tam anlamıyla iki yüzlü bir adamdır. Sanki korku klasiği Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi... O sanki kötülükle iyilik arasında sıkışıp kalmıştır

Son olup bitenlerin ışığında: Filmler, gösterimler, kayıplar, kazançlar

Belki ülkemizdeki en zengin DVD ve de CD koleksiyonu bendeydi. İşte ben, artık bu yaşta, tüm bunları bir elde toparlamak istiyorum. Bir tür müzede... Ki insanlar gelsin, izlesin veya dinlesin... Ve bu sanatsal arşiv gelecek kuşaklara da kalsın...

Bir imparatorluk acaba ne zaman çöker?

Büyük bütçesine ve yönetmenin kesin özgürlüğüne rağmen, film gerçek bir dinamizme de kavuşamamış. Coppola’nın yapmak istediği “ABD devleti ebediyen var olabilir mi?” sorusu ise, bunu bir ölçüde başarmış

"
"