21 Eylül 2021

Bir dostumun kitapları ve ardındaki hikâyeler

Yıllar sonra birden önüme çıkan iki kitap: Bi Heves Ben De Yazdım: Anılar Canlanır Gözlerimde... Ve de Nazım, Vera, İstanbul ve Ben... İkisi de Yay Yayınlarından... Ve ben doğrusu şaşıp kalıyorum; bu yaşa dek bu yazar nerelerdeydi; niye bu kadar gecikti diye!

Dost insanların elinden çıkıp ulaşan kitapların tadı başka oluyor. Gerçi bir kitapsever olarak ve yaşı da iyice kemale ulaşmış biri olarak ‘dostlarım’ az değil... Olasılıkla da düşmanlarımdan daha çok! Yine de çok özel dostluklardan süzülüp gelmiş olanların bana verdiği keyif ve heyecan başka…

Bunlardan biri olan Dr. Tuncay Özverim’in de kalbimde başka bir yeri var. O aslında benden de büyük; tam üç yaş... 1936’da Ankara’da doğmuş, ilkokulu orada, sonraki okulları İstanbul’da okuyup, tam anlamıyla ‘talih eseri’ olarak Diş Hekimliği fakültesinden mezun olmuş. Hayatta en çok kaptan olmak isterken, ayrıca tam bir sinema ve tiyatro düşkünüyken, diş hekimliği... Olacak şey mi?  

1960 yılında Melda Hanımla evleniyor, bir kızı ve bir oğlu oluyor: Orhan ve Gülay. Ayni yıl yedek subaylığını yapıyor. Bu aralarda ülkeyi hayli dolaşıyorlar; ama 1964 yılında Almanya’ya gitmeyi seçiyor. Orası burası derken Dortmund’da yerleşiyor ve orada tanınmış bir hekim oluyor. 1974’de kendi muayenehanesini açıyor ve emekli oluncaya dek orada kalıyor. 50 yıl kadar! 2014’de ülkesine gidip gelmeye başlıyor.

Ve ben onu İstanbul festivallerinde bilet kuyruğunda, kitap fuarında kitaplarımı imzalatırken veya Beyoğlu’nda dolaşırken sık sık görür oluyorum; orada koca bir eski binanın sahibidir çünkü...

Ve yıllar sonra birden önüme çıkan iki kitap: Bi Heves Ben De Yazdım: Anılar Canlanır Gözlerimde... Ve de Nâzım, Vera, İstanbul ve Ben... İkisi de Yay Yayınlarından...   

  

Ve ben doğrusu şaşıp kalıyorum; bu yaşa dek bu yazar nerelerdeydi; niye bu kadar gecikti diye!

Asıl anılarını oluşturan ilk kitapta Tuncay tüm ailesini, çocukluğunu ve gençliğini anlatıyor. Ankara’da doğmuş, bir askeri doktorun oğlu olarak ikisi erkek üç kardeşle birlikte büyümüş... Çocukluğunu Erzurum’un soğuk kışlarında yaşamış... “Halkevlerinin benim neslimin çocukları üzerindeki etkisini bilmem anlatabilecek miyim? Arkadaşlık, paylaşma, beraber başarılı olma çabası ve farklı müzikleri, türküleri, şarkıları, şiirleri ve bilhassa tiyatro oyunları ile çağdaş bir dünyaya ortak olmaktı” diyebilecek bir kuşakta yetişmiş...           

O “çocukların birbirlerinin eskilerini giydikleri” savaş yılları... Konya, Erzincan  dönemi. Sonra İstanbul. “Safiye Ayla’nın konser biletlerini satan gişe memuru” olmak... İstanbul’da keşfedilen tiyatro...”Atatürk hava alanından Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Genco Erkal’a zar-zor yetiştiği günler”. Ve İstanbul’un eşsiz güzelliğini keşfetmesi. Öylesine yazmış ki, ben bile bu büyülü kente yeni bir gözle baktım!

Arada gerçek dişçiliğe başlaması, Hatay’ın Kırıkhan kasabasında... Müşterileri tanımak, meslekteki rekabeti en acı yanlarıyla tatmak... Sonra Melda hanımla evlenmek...Ve 1964’de hayatını Almanya’ya taşımak... Başta dilini bile bilmediği, ama zaman içinde iyice öğrendiği bir yabancı kültür... Böylece geçerken Türk- Alman ilişkilerine de değiniyor. Ve ben hep merak ettiğim Haymatlos (vatansız) deyimini tüm nüanslarıyla bu kitaptan öğreniyorum!

 Ve yıllar sonra karşılaşmamız... Onun Beyoğlu’ndaki kendi deyimiyle ‘müze-evi’nde buluşmamız... İkimizin de çocukluğundan beri tuttuğu “sinema defterleri”mizi karşılaştırmamız...

Ve sonunda bu kitabı yazması... Şöyle diyor: “Orhan Pamuk ‘bir kitap okudum, hayatım değişti’ demişti. Ben de ‘bir kitap yazdım, hayatım değişti’ diyeceğim”.

Özetle, Tuncay beyin ilk 30 yılı Türkiye’de, sonraki 50 yılı Almanya’da geçmiş. Şimdi yeniden ülkesinde ve geçmişin peşine düşmüş. Çok özel şeyler yaşamış, birçok ünlüyle tanışmış biri değil... Ama öylesine içten yazılmış, öylesine üslup sahibi, yer yer öylesine bir mizahı var ki, okunmayı hak ediyor.

Arada bir eleştiri. Kitapta eşinden çok az söz ediyor. Oysa Melda Hanım da başlı başına bir kişilik. Mustafa Kemal’in 1914-1918 yılları arasında sayısız (Türkçe ve Fransızca) mektuplar yazdığı Corinne Hanım (Corinne Lütfü), Melda Hanımın  annesinin ablası, yani teyzesi imiş. O mektuplar ona miras kalmış. Ve aktif, enerjik ve yaratıcı Melda Hanım, Almanya’da iki yıl önceki ölümüne dek yaptığı birçok sosyal ve sanatsal etkinliğin içinde, bunlardan bir kitap çıkarmış: “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü” adıyla... Örneğin Ata’nın şu sözlerini el yazısıyla içeren: “Beni unutmayınız Corinne, hatta bu harpte ölsem bile”. (Doğan Kitap, 1998, üç basım). Ve kitabı eşine adamış: “Çalışmalarımda bana destek olan eşim Dr. Tuncay Özverim’e” diyerek...

Tuncay Bey kitabında bu kitaptan övgüyle söz ediyor. Ama genel olarak ondan çok az bahsediyor. Ben bunu naçizane Melda Hanıma karşı ciddi bir eksiklik olarak gördüm. Hayatta o da çok şey yapmış, Almanya’da Atatürkçü dernekler kurmuş, soroptimistlere katılmış bir hanımefendi. Hatta eşim Leman bir soroptimist buluşması için yıllar önce Almanya’ya gittiğinde onunla tanışmıştı. Umarım Sayın Özverim yazacağını söylediği ikinci ciltte bu eksiği giderir...

İkinci kitabından da kısaca söz etmek isterim. “Nâzım, Vera, İstanbul ve Ben” adlı küçücük kitap... Onun özellikle çok sevdiği iki şeye adanmış: Nazım’dan bol şiir. Ve de İstanbul.

Tuncay’ın Nazım’ın büyük aşkı Vera’yla İstanbul dekorundaki düşsel buluşmaları ve onu anmaları, şiirsel bir fanteziye dönüşüyor. İçerdiği Nâzım şiirleriyle ve onları belli bir çerçeveye oturtma çabasıyla, en çok Nazım-severler için...

Tuncay artık tam bir İstanbullu. Kışları Beyoğlu’nda, yazları Armutlu’da geçiriyor. Ve birkaç yıldır yepyeni bir gönül yoldaşı var: Çolpan Hanım... Çolpan Karan akrabaları dolayısıyla sık sık dışarı giden, ama burayı da çok seven, tam bir lady... Tuncay’la öylesine bir uyum içindeler ki şaşarsınız... Geç yaşta böylesine bir tutkuyu yakalamak az şans değil... Onlarla pek sık olmasa da buluştuğumuzda,  mutluluklarını görmek bizi de sevindiriyor. Umarım hep süregider. Ve belki bir gün bunun da romanı yazılır!. Artık kim yazarsa...

Yazarın Diğer Yazıları

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

"
"