Bir dönem tasviri ve Hitchcock tatları içeren bir aşk öyküsü
Uzun, bir nehir gibi ağır ağır akan, genelde tiyatro atmosferi içeren bir film
PHANTOM THREAD X X X X
Yönetim, senaryo ve görüntü: Paul Thomas Anderson Müzik: Jonny Greenwood Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Vicki Krieps, Lesley Manville, Brian Gleeson, Sue Clark, Joan Brown, Harriet Leich
ABD-İngiltere yapımı.
Özellikle oyuncularına en iyi roller sağlayan (yönettiği yedi oyuncu Oscar adayı oldular), kendisi ise henüz Oscar almadıysa da Avrupa’nın en büyük üç festivalinde (Cannes, Venedik ve Berlin) en büyük ödülü kazanmış tek yönetmen olan Paul Thomas Anderson’un yeni filmi, hem onun filmleri, hem de tüm sinema tarihi içinde hayli özgün gözüken bir yere yerleşiyor. Sanırım bizim sinemasal anılar dağarcığımıza da...
1955 yılının capcanlı Londra’sında toplumun en üst kesimlerine elbise diken bir modacı/ terzinin, Reynolds Woodcock’un hikayesi bu...Kentin göbeğindeki şık ve modern döşenmiş dairesinde tek başına yaşayan Reynolds, kız kardeşi Cyril’le birlikte yürüttüğü işinde İngiliz soylularına, sosyete mensuplarına ve fırsat düşerse kraliyet ailesine giysi tasarlıyor.
Onların bedenlerine en iyi oturan, yüzlerini en iyi değerlendiren giysiler...Ve kadınları mutlu ederken, kendisi de görkemli bir tatmin duygusu yaşıyor.
Hayatında duyguya ve duygusallığa yer yok. Ne evlenmiş, ne aşık olmuş, ne kadınlara özel bir düşkünlüğü var!.. Kızkardeşiyle konuştuğu zaman da çokluk tartışıyorlar: onunla bile tam anlaştığı söylenemez.
Ve günün birinde, garsonluk yapan alçakgönüllü ve gencecik Alma ile tanışıyor. Bir bakışma, bir iletişim kurma, bir yemek. Ama ardından gelen yatıp kalkma değil, onu model olarak kullanma arzusu!..
Ama Alma öylesine sağlam bir kişilik ki...Giderek Reynolds’un hayatına yerleşiyor; o yoğun tempolu hayatta kendisine özel bir yer açıyor. Kendisini o üst çevreye kabul ettiriyor; adamın çıkışlarına, kurallarına, uyarılarına, giderek hakaretlerine direniyor ya da ayni biçimde karşılık veriyor.
Ama durum giderek komediden drama kayıyor. Aşkına hiç karşılık alamadığını düşünen Alma, çok sevdiği doğadaki gezintilerinde zehirli mantarları keşfediyor. Ve onlardan yaptığı yemekleri adama yedirmekte de hiçbir sakınca görmüyor!..
Bu tuhaf film, birbirinden farklı birkaç yolda birden yürüyor. Hiçbirine tam olarak sapmadan...Bir moda ve giyim-kuşam filmi...Bir savaş-sonrası Londra yaşamı belgeseli...Bir tutku ve saplantı öyküsü...Bir aşk filmi, ama ayni zamanda barok bir suç ve kriminalite öyküsü. Biraz Hitchcock vari...
Ve de 40’ların Rebecca, Gaslight gibi bir çiftin öyküsüne dayanan ünlü psikolojik gerilimlerine de göndermeleri olan...
Böylece karşımıza uzun, bir nehir gibi ağır ağır akan, genelde tiyatro atmosferi içeren bir film geliyor: belli bir barok atmosferi ve şıklığı da olan...
Kadın-erkek ilişkilerine farklı bir yaklaşım getiren, kalıplaşmış dengeleri sarsan... Haşin bir erkeğin çok yumuşak ve boynu bükük gözüken bir kadın tarafından talim terbiye edilmesinin öyküsü de sayılabilecek...
Tüm bunlarda aslında Amerikan’dan çok klasik İngiliz geleneğine yakın bir oyunculuğun da büyük katkısı var. 1957 doğumlu, 1980’lerde oyunculuğa atılan Daniel Day-Lewis, 1989 yılında Jim Sheridan’ın My Left Foot- Sol Ayağım filmiyle Oscar almıştı.
Yönetmen Anderson’la on yıl kadar önce There Will Be Blood- Kan Dökülecek filminde de birlikte çalışmışlardı. Ve o film Day-Lewis’e bir ikinci Oscar getirmişti. Hayli seyrek çalışan, çok seçici bir oyuncu için büyük başarı!...
Day-Lewis bu filmde dört başı mamur bir portre çiziyor: o zor, karmaşık, çetrefil karakteri capcanlı biçimde karşımıza getiriyor. Bu rol onun için sonuncusu olabilir, çünkü artık sinemayı bıraktığını kesin bir dille açıkladı. Yazık...Onu arayacağız.
Kadın oyuncular da müthiş. Yepyeni oyuncu Vicky Krieps’in Alma’sı aklımızı başımızdan alıyor: öylesine yumuşak, boynu bükük bir kişiliğin giderek şeytanileşmesi...
Kız kardeş de yine tanımadığımız Lesley Manville ise, 40-50’lerin ünlü karakter oyuncusu Judith Anderson’u hatırlatan yüzüyle çok ilginç bir kadın portresi çiziyor
Dediğim gibi ağır bir tempoyla gelişen ve insanı farkında olmadan etkisi altına almasını bilen özgün bir film. Belki herkese göre değil, ama has sinemaseverler kaçırmasın.
Yarın: ZİYARETÇİLER: GECE AVI
Not: Haftanın ilginç Türk filmi DİRENİŞ: KARATAY filmi eleştirim ortakoltuk.com sitesinde
Asıl tema belki de şudur: Arthur Fleck tam anlamıyla iki yüzlü bir adamdır. Sanki korku klasiği Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi... O sanki kötülükle iyilik arasında sıkışıp kalmıştır
Belki ülkemizdeki en zengin DVD ve de CD koleksiyonu bendeydi. İşte ben, artık bu yaşta, tüm bunları bir elde toparlamak istiyorum. Bir tür müzede... Ki insanlar gelsin, izlesin veya dinlesin... Ve bu sanatsal arşiv gelecek kuşaklara da kalsın...
Büyük bütçesine ve yönetmenin kesin özgürlüğüne rağmen, film gerçek bir dinamizme de kavuşamamış. Coppola’nın yapmak istediği “ABD devleti ebediyen var olabilir mi?” sorusu ise, bunu bir ölçüde başarmış