Son günlerin filmlerinden Belçikalı Dardenne Kardeşler’in son yapıtı La Fille İnconnue- Bilinmeyen Kız yine ilgiye değer bir filmdi. Bir avuç çok iyi film yapagelmiş ve Cannes’da iki Altın Palmiye almış (Rosetta ve Lorna’nın Sessizliği) sanatçıların en iyisi olmasa da...
Bu değişik film, tek amacı doktor olmak olan ve bunun eşiğine gelen bir genç kızın öyküsü. Jenny ünlü bir hekimin yanında yaptığı stajın son aşamasına gelmiş, hastane kurulunca onun ayrılmasından sonra yerini alacak yeni doktor olmaya layık görülmüştür.
Özel hayatı hayli boş gözüken ve içinde birikmiş hırsı biraz da yanında çalışan ve ‘intern’ denen doktor adayından çıkarıp duran Jenny, sinirli bir akşamında kliniğin çalan kapısını açtırmaz. Ve o kapıyı çalan genç kadın, ertesi sabah yakında bir yerde ölü bulunur.
Bu olay Jenny’nin yaşamını altüst eder. Hastaneyi bırakmayı düşündüğü gibi, olayın üzerine gidip bu ölümü (bir cinayet mi?) aydınlatmayı dener. Ve bu ona bir avuç ilginç kişiyi ve olayı keşfetme fırsatını getirir.
Tıbbı fon olarak alan tipik bir Dardenne araştırmacılığı, vicdan azabı teması üzerine sürükleyici bir gerilim. Kardeş yönetmenler yine insan psikolojisinin derinliklerine dalan kendine özgü bir film yapmışlar. Ve başrolde Adele Heanel denen genç oyuncunun hayli parlak bir kompozisyonu var.
Kanada'dan oyunculuk şöleni
Kanadalı ‘harika çocuk’, 1990’lardan başlayarak Annemi Öldürdüm, Hayali Aşklar, Laurence Anyways, Tom Çiftlikte ve Mommy adlı 5 filmiyle kendisine sıkı bir hayran kitlesi edinen Xavier Dolan da yeni filmi Juste La Fin du Monde- Sadece Dünyanın Sonu ile karşımıza geldi.
Bir oyundan uyarlanan ve tiyatro atmosferini temelde koruyan film, yine bir aile hesaplaşması, bir kuşaklar ve bireyler arası çatışma öyküsü. Aileyi bırakıp uzaklara giden ve orada tanınmış bir yazar olan Louis, tam 12 yıl sonra yuvaya döner. Orada hâlâ genç kız havalarında aileyi korumaya çalışan annesi, alabildiğine sert ve haşin ağabeyi, onun yeni evlendiği mahçup eşi ve hayal alemlerinde yaşayan kız kardeşiyle birkaç gün geçirir. Amacı onlara yaşamındaki büyük bir gizi açıklamaktır. Ama aile o bitmez kavgaları içinde acaba buna fırsat tanır mı?
Bir kapalı mekân filmi, bir sağlam portreler geçidi, bir oyunculuk gösterisi. Yönetmen bu domestik dramı sinemasal kılmak için iyi bir müzikle birlikte sürekli yakın çekimlerin egemen olduğu dışavurumcu bir üslup seçmiş. Ama yine de sanki herşey oyuncuların omuzlarına yükleniyor.
Ve onlar da görevlerini tümüyle yerine getiriyorlar. Anne de bir dönemin ünlü oyuncusu Natalie Bay. Üç kardeşten başta Louis’yi oynayan Gaspar Ulliel, Vincent Cassel ve Lea Seydoux; gelin de ise bir kez daha eşsiz Marion Cotillard bizlere bir seyir şöleni sunuyorlar.
Ve insanın aklına hepsinin birden bir ‘takım oyunculuğu’ ödülü alıp alamayacağı sorusu geliyor.
Asya'dan sefalet manzaraları
Asya’dan gelen sayılı filmlerden biri, Filipinler sinemasının Cannes’ın üne kavuşturduğu yetenekli yönetmeni Brillante Mendoza imzasını taşıyan filmi Ma’Rosa.
Başkent Manila’nın alabildiğine yoksul, gürültülü ve çarpıcı dekorunda geçen film, 4 çocuk anası, eşi ve diğer akrabalarla birlikte yaşam savaşı veren Ma’ Rosa’nın öyküsünü anlatıyor.
Gündelik işlerin yanısıra Rosa ve kocası, kenti sarmış uyuşturucu ticaretinden de pay almaya çalışıyorlar: Mütevazı biçimde de olsa...
Ama polis olaya el koyuyor. Ve görkemli, apaçık ve inanılmaz bir rüşvet mekanizması devreye giriyor. Karakollar işkence evine dönüyor, insan hayatı üç-beş liraya satılıyor, insafsız pazarlıklar sıradan iş haline geliyor. Tam bir cangıl, bir ‘insan insanın kurdudur’ meseli...
Mendoza alabildiğine enerjik anlatımı ve herşeyi kavramayı başaran kamerasıyla bu cangıla dalıyor. Ve bizlere polisin yozlaşması üzerine bildiğimiz tüm filmleri neredeyse unutturan bir yapım sunuyor. Bu kadarına 'artık pes!...' diyorsunuz.
Ve bu cesur film, sonuç olarak sinemanın en soylu işlevlerinden birini bize hatırlatıyor: Ülkesine, çağına ve halkına dev bir ayna tutmak...
Fotoğraf: Brillante Mendoza’nın Ma’Rosa filminden