X MEN: GEÇMİŞ GÜNLER GELECEK
(X Men: Days of Future Past)
Yönetmen: Bryan Singer
Senaryo: Simon Kinberg
Görüntü: Newton Thomas Sigel
Müzik: John Tottman
Oyuncular: Hugh Jackman, James MacAvoy, Michael Fassbender, Nicholas Hoult, Patrick Stewart, İan MacKellen, Jennifer Lawrence, Anna Paquin, Peter Dinklage, Halle Berry, Ellen Page, Shawn Ashmore, Omar Sy, Evan Peters, Lucas Till/ Fox yapımı.
X Men dönüyor. Bu yeni film, başta tam bir bilgisayar oyunu izlenimi veren bir aksiyonla açılıyor. Ne olduğu anlaşılmayan bir patırtı-gürültü, bir kavga-döğüş, uçan bedenlerin, her yerden fışkıran ışınların cirit attığı bir bölüm. Eyvah, galiba bir çoluk-çocuk filmine geldim duygusuna kapılıyorsunuz.
Ancak daha sonra, serinin başlardaki ilk yönetmeni Bryan Singer’in tüm ustalığını kullanarak şaşırtıcı bir sürpriz yarattığı parlak bir halka gelip, bu artık unutulmaz seriye ekleniyor.
Film, bizlere hikayenin ana kahramanları olan ‘mutant’ların yeni serüvenini anlatıyor. Bu kelime bizde ‘değişim geçiren’ diye çevriliyor. Aslında bilimsel /bilimkurgusal anlamındaki ‘mutation’ sözcüğünün Türkçe karşılığı sözcüklerde ‘değşinim’ diye geçiyor. Demek ki ‘değşinim geçiren’ diye çevrilmeli.
Evet, değişim geçirmiş ve insan-üstü güçler ve marifetler kazanmış bu azınlık, insanlık için bir tehdit mi oluşturmalı? Yoksa birbirlerine karşılıklı yardım ederek barış içinde birlikte ki yaşamalı? İşte temel sorun. İlk filmden beri süregelen...
Filmin öyküsü hayli karışık. Bunun birkaç nedeni var. Öncelikle film, ilk filmlerde tanıdığımız kahramanları, kendi kendilerinin gençlik çağıyla bir araya getiriyor. Günümüzde açılan ve dünyanın bir büyük kentinden öbürüne sıçrayan filmde, 1973 yılında yaşanmış vahim bir olayın ‘iptal edilmesi’ planlanıyor: bir zaman yolculuğuyla geriye giderek...Zaten bu yolculuk nedeniyle filmin adı öylesine tuhaf değil mi? Ki Türkçesi de bu tuhaflıktan kurtulamamış!...
Evet, o tarihte Paris’te toplanan ve ABD’nin yıllardır süregelen Vietnam savaşını barışla bitirmeyi amaçlayan buluşmada, mutant’ların bir önceki bölümde tanıdığımız en ilginç, en çabuk değişen kadını Raven/ Mystique, ABD hükümetinin mutant’lara karşı yürüttüğü Sentinel- Gözcü harekatının liderlerinden Bolivar Trask’ı öldürmüştür. Ve bu, küremizde mutant’lara karşı tam bir savaşın başlamasına yol açmıştır.
Mutant’ların becerisi dahilinde olan zamanda yolculuk, bu kez onca yıl geri giderek bu cinayeti engelleyebilir mi? Ve böylece tarihin akışı değişip barış umudu doğabilir mi?
Bu görev için elbette artık dizinin değişmez baş karakteri olan Wolverine seçilir. Toplam beş X Men filminden dördüncüsü olan X Men- Origins: Wolverine (2009), zaten bu kişiliği geçmişine dek inerek anlatmış değil miyd? Böylece Hugh Jackman tam bir adale şovu sergileyen bedeniyle geçmişe gider. Orada, serinin aslarından Profesör X’in ve Magneto’nun henüz düşmanlığa dönüşmemiş, tersine dost olan gençliklerini bulup yardım isteyecektir: yani o zamanki adlarıyla Charles Xavier ve Erik Lehnserr’i. Ve de cinayeti önlemeye çalışacaktır.
Bu özet bile yeterince karışık, değil mi? Ama film daha birçok yan kişilik ve onların anlaşılması zor psikolojik eylemleriyle, kuantum fiziği kuramlarıyla, her zaman gerekli gözükmeyen saf aksiyon sahneleriyle, daha da karışık, giderek tam bir bulmaca.
Bunlara karşın, nasıl başarıya ulaşıyor ve böylesine etkileyici olabiliyor? Çünkü işin içine sinemanın büyüsü ve has bir sinemacının ustalığı giriyor. Bir yandan, çizgi-romandan çıkıp gelmiş bunca fantezinin ve bu boşanmış hayal gücünün içine, 20. yüzyılın en ilginç kimi olayları yerleştiriliyor: Vietnam savaşından Kennedy suikastına, Küba krizinden ABD-Sovyet çekişmesine… Ve kimi ünlü kişilikler hayli benzer yüzleriyle perdeye geliyorlar: başkan Nixon’dan Henry Kissinger’e...Bu karışımın cazibesi yadsınamaz!...
Ama en büyük koz, elbette yaratılan görsellik. Ve bunun zenginliği, çekiciliği ve uyumu. Öyle sahneler var ki, şimdiden antolojilere girmiş sayılmalı. Örneğin Pentagon’un içindeki her şeyi dondurup bir merminin yönünü değiştirme çabası...Düşmek üzere olan bir uçağın içinde yaşanan panik...Elma gibi ikiye ayrılan Beyaz Saray’ın önünde oluşan kargaşa....
Ve finale doğru, Paris’in Royal Hotel’inin içinde ve dışında yaşanan büyük kıyamet...Tüm bu çekimler öylesine sinemasal ki, sanki soluğunuzu kesiyor. Ve en zırva öykünün bile bir ustanın elinde nasıl çekici ve hayranlık verici olabildiğini kanıtlıyor.
Öykünün kalabalık kadrosu da muhtelif. Seride son kez gözüktükleri bildirilen İan Mac Kellen, Patrick Stewart gibi ustalar biraz harcanıyor. Hele büyük oyuncu İan Mac Kellen, komik olmaktan ancak bir eşcinseli oynadığı son dönemdeki popüler TV dizisi Vicious’daki karakterini hatırlatan abartılı bir oyunla, kılpayı kurtuluyor!...Halle Berry’nin ne yapıp ettiği bile anlaşılmıyor!... Yine eskilerden, Wolverine’in dünyamızı terk etmiş sevgilisi Jean (Famke Janssen) ise finalde birkaç dakika gözükerek hasret gideriyor.
Buna karşılık, yeni katılanlardan James MacAvoy, Michael Fassbender ve elbette Jennifer Lawrence’in katkıları büyük. Gerçi Lawrence’in Mystique olarak habire kimlik ve fizik değiştirdiği sahneleri de kendisinin oynadığı meçhul olsa da... Tanımmış cüce oyuncu Peter Dinklage, sinsi Boliver Trask’a filme uygun bir tuhaf boyut katıyor. Başkan Nixon’un karikatüre yakın benzeriyse harika!...
Sonuç olarak, bilim-kurguyu sevenlerle sadece sinemanın görsel gücüne bir kez daha tanık olmak isteyenleri buluşturabilecek bir film...