Aynı öykü 5. kez sinemada; ama yine büyük ilgiyle izleniyor...
Şarkıcılığı hiç duyulmadığı gibi, yönetmenliği de, yazarlığı da ilk kez deniyor; Bradley Cooper’daki cesarete bakar mısınız!...
BİR YILDIZ DOĞUYOR
X X X X
(A Star is Born)
Yönetmen: Bradley Cooper Senaryo: Eric Roth, B. Cooper, Will Fetters Görüntü:Matthew Libatique Oyuncular: Lady Gaga, Bradley Cooper, Sam Elliott, Andrew Dice Clay, Anthony Ramos, Dave Chapell, Marlon Williams, Brandi Carlile, Ron Rifkin, Michael D. Roberts, Lukas Nelson, Alec Baldwin
Warner Bros- MGM filmi
Aynı hikâyenin sinemada tam beş kez anlatıldığı nadirdir. Hem de değişik adlarla değil, biri dışında hep ayni adla, ayni proje olarak...
Elbette farklar vardır. Hem de önemli. İlk uyarlama 1932’de William Wellman tarafından çekildi. What Price Hollywood adıyla... Wellman filmini beş yıl sonra A Star is Born adıyla yeniden çekti. Sinemanın ilk renkli filmlerinden olan yapımda dönem ünlüleri Janet Gaynor ve Fredric March vardı.
Proje 1954’de George Cukor’un önüne geldi. Büyük usta hikâyeye yeni bir boyut vermek için kadın karakterini ünlü bir şarkıcı yaptı. Ve bu rolü perdenin en büyük seslerinden, o yıllarda inişe geçmiş olan Judy Garland’a verdi. Yanında James Mason olduğu halde... Bu ünlü melodram Sinemanın Hazineleri- 50 Unutulmaz Film kitabımda yer almıştı (Remzi Kitabevi, 2017).
Ve son olarak1976 yılında Frank Pierson bir uyarlama daha yaptı. Tümüyle müziğe dayanan ve iki baş kişiyi de şarkıcı olarak ele alan bir filmle... Oyuncuların ayni zamanda ünlü birer şarkıcı olmaları ilginçti elbette...Ve Barbra Streisand ve Kris Kristofferson doğrusu harikalar yarattılar.
Bu yeni uyarlama benzer bir yoldan gidiyor. Bu kez kadın oyuncu ünlü, çok ünlü bir şarkıcı. Ama oyunculukla hiç ilgisi olmamış Yani anlı-şanlı Lady Gaga. Erkekse bu kez ünlü bir oyuncu. Ama şarkıcılığı hiç duyulmadığı gibi, yönetmenliği de, yazarlığı da ilk kez deniyor. Hepsi aynı filmde... Bradley Cooper’daki cesarete bakar mısınız!...
Konuyu bunca filmden belki biliyorsunuz. Ya da bu uzun girişimden kavradınız. Demek ki tanınmış country şarkıcısı Jackson Maine rastlayıp sesini beğendiği, sonra da aşık olduğu genç şarkıcı Ally’yi adım adım şöhrete götürüyor. Ama kendisi yanlış adımlar ve denetleyemediği içki ve uyuşturucu tutkunluğuyla, basamakları birer-ikişer iniyor.
Doğrusu anılan filmlerin tümünü görmüş bir sinema hastası olarak, bu yeni filmden çok şey beklemiyordum. Ama başlarda bayağı umutlandım. Çünkü Jackson Maine’in sesi ve söylediği şarkı öyle güzeldi ki...Cooper’ın şarkılarının tümünü kendi sesiyle söylediğini biliyordum. Ama böylesi bir sesi hiç beklemiyordum.
Ancak şarkıların büyük çoğunluğunu Lady Gaga söylüyordu. Ve hepsini de yazmıştı: çeşitli müzikçilerin katkısıyla... Hele birlikte söyledikleri, müzikal deyimiyle düet yaptıklarında, iki sanatçı mükemmele ulaşıyorlardı.
Ve başta ikisinin tanıştıkları ve transların gösteri yaptıkları gece kulübü bölümü de harikaydı. Önceki filmlerde bulunmayan, bulunması da düşünülemeyecek albenili, esprili bir bölüm. Orada trans-kadınların sesine tutkun oldukları için özel yer verdikleri Ally, bir Edith Piaf klasiğiyle başlıyordu: La Vie En Rose. Ve hikayeye göre kendine besteci olarak güvenmediği için hiç söylemediği bestelerine, ancak hikayenin ilerlemesiyle birlikte başvuruyordu. .
Filmin sonrası biraz daha düşük tempoluydu. Müzikal düzeyi hep yükseklerdeydi. Ama sonuç olarak ezbere bildiğiniz bir hikayeyi artık ilgiyle izlemeniz kolay mı?
Yine de kimsenin hakkını yemeyelim. İlk yönetmenliği olmasına karşın (hemen bir ikincisi geliyor!) Bradford Cooper sürekli olarak akışkan, hareketli ve estetik bir anlatım tutturmayı başarmıştı. Matthew Libatique’in görüntü çalışması enfesti. Ve şarkılar, ister Cooper’in, isterse ve de özellikle Lady Gaga’nın olsun, gerçek bir müzik şöleniydi.
Ki benzer şeyler oyuncular için de söylenebilirdi. Cooper kendini bu role, bu filme adamıştı ve belki en iyi oyununu veriyordu. Lady Gaga ise gerçek bir sürprizdi. Aslında güzel olmayan, hatta kimilerine açıkça çirkin gelebilecek bu tuhaf kadın, film boyunca öylesine karizmatik ve de patetik olabiliyor, öylesine çelişkili, ama zengin ve çok-boyutlu bir kişilik kurabiliyordu ki...
Hatta önceki filmlerin yıldızlarından Judy Garland’ı (belki daha çok kızı Liza Minnelli’yi) ve de Barbra Streisand’i de andırıyordu. Onlar da klasik anlamda güzel kadınlar değildiler ki...
Ve de ikisi arasında şaşılacak bir uyum ortaya çıkıyordu. Belki önceki filmlerden bile daha güçlü biçimde... İkisi de büyük yeteneklerine ve eşsiz özelliklerine karşın zayıf, güçsüz, zavallı insanlardı. Yapabileceklerini ya yeterince bilmeyen, ya da bozuk para gibi harcayan, hayatın en acınası uçurumlarına düşmeye eğilimli.
Ve birbirlerinden alabilecekleri gücü ve direnişi sürdüremiyor, yaşamın dümenlerine ya da doğalarındaki zaaflara karşı yeterince direnemiyorlardı. Talihsiz ve iç burucu bir aşk hikâyesi...
Film sonuç olarak belki bir başyapıt değil. Ama bu neredeyse seriye dönüşmüş filmlerin içinde gururla yer alabilecek bir deneme. Özellikle müzikseverler ve de operavari büyük melodram sevdalıları için...
Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir
Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...
Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu