Geçtiğimiz hafta sonu arkadaşımla birlikte Tütün Deposu’nda sergilenen, “Dildilian Kardeşlerin Objektifinden Bir Ermeni Ailesinin Yitik Geçmişine Tanıklıklar” sergisini gezdik.
Duvarlara asılmış olan siyah beyaz fotoğrafların birinden diğerine geçerken gördüklerimiz karşısında hayretler içerisinde kaldık, saygı duyduk, takdir ettik, üzüldük, utandık ve topraklarını, evlerini terk ederek oradan oraya sürülen Ermeni halkının acısını içimizde hissettik.
Aslında bir türlü rahat bırakılmayan, huzur verilmeyen, aynı topraklarda birlikte yaşadığımız halkımızın acısını…
Biz tüm bu olan bitenin adına arkadaşımla ‘hasetlik’ dedik. Ve bu hasetliğin yüzyıllar boyunca o toplumdan bu topluma günümüze değin nasıl süregeldiğini konuştuk.
Sergiyi gezerken bir gün öncesinde Ermenilerle ilgili konuşurken bir arkadaşımın, ‘Sen bu olanlara inanıyor musun Allah aşkına?’ diyen sesi geldi kulağıma.
Aslında mesele benim inanıp inanmaman değildi… Asıl mesele şu duvarlara asılı olan ve gözünü üzerimize dikmiş bize bakan acı ve hüzün dolu kayıp yüzlerdi.
Asıl mesele bu anneler, babalar, teyzeler, amcalar, halalar, yetim çocuklar, kafataslarıyla poz veren Alman askerleri, ekranda sesi titreyerek yaşadıklarını anlatan yaşlı kadın karşısında ne hissettiğimizdi… Tüm bu gerçeklik karşısında ne hissediyorduk? İşte asıl mesele buydu.
Sergi bizleri üç Ermeni kardeşin dev bir fotoğrafıyla karşılıyordu. Fotoğrafın hemen altında; “Yozgat ve Sivas’ta doğdular, kendi yurtlarından sürgün edildiler. Tsolag Atina’da, Aram San Francisco’da ve Haiganoush Paris yakınlarında hayata gözlerini kapadı.” yazıyordu.
“Tsolag Dildilian’ın öyküsü 1872’de Yozgat’ta başlıyordu. Baba Krikor şehrin en önemli kunduracısıydı. Ancak oğlu Tsolag henüz 1 yaşına basmamışken baş gösteren kıtlık aileyi Sivas’a dönmeye zorlamıştı.
Krikor zamanla burada da geniş bir çevre edinmiş ancak oğlu Tsolag baba mesleğiyle değil fotoğraf aşkıyla yanıp tutuşmuştu.
Ve Tsolag’ın önüne ilk fırsat 16 yaşındayken çıktı. Sivas’ı ziyaret eden seyyar fotoğrafçı Djerahirjian’ın yanında çırak olarak çalışmaya başladı.
Baba Krikor da oğluna desteğini eksik etmedi, evini ipotekledi, borç bularak gerekli olan her şeyi aldı ve oğlu için bir fotoğraf stüdyosu açtı.
Ve Tsolag’ın şöhreti kısa sürede yayıldı. Ancak talih ona uzun süre gülmedi aynı yıllarda önce annesini sonra da babasını kaybetti.
6 kardeşinin bakımı 22 yaşındaki Tsolag’a kalmıştı artık. Neyse ki kısa süre sonra Merzifon’da Amerikalılar tarafından açılmış olan Anadolu Koleji’nde fotoğrafçı olarak çalışmaya başladı.
Tsolag ve kardeşlerinin Merzifon’a yerleşmesi sırasında Anadolu’daki Ermeni bölgelerinde bir dizi katliamlar yaşandı. Ancak onlar kolejin güvenlik duvarlarının ardındaydı.
1895’te katliamlar durduruldu, Anadolu’ya geçici bahar geldi. Aynı dönemlerde Anadolu Koleji daha da büyüdü. Merzifon Anadolu’nun öğrenim merkezi haline geldi. Artık Anadolu Koleji müzesinde 7 binden fazla bitki ve hayvan türü bulunuyordu. Okulun orkestrası Merzifon’da konserler vermeye başladı. Okul kütüphanesindeki kitap sayısı 4.500’e ulaştı ve tüm bunlar inanılmaz geliyor ama 1902 yılında gerçekleşti.
Ardından koleje ek olarak 4 okul daha açıldı. Bunlardan ikisi kızlar ve işitme engelliler içindi. Kolejde yer alan dispanser de kısa sürede hastaneye dönüştü.
Ülkedeki ilk röntgen cihazı da bu hastanedeydi. Röntgen cihazının kullanılması görevi de fotoğrafçılığından dolayı Tsolag’a verildi. Ancak yüzünü hiç sakınmadan aygıtın başında işlem yapan Tsolag yıllar sonra çene kanserine yakalanacak ve bu nedenle hayatını yitirecekti.
Tsolag, 27 yaşında evlendi, 6 çocuğu oldu. O, kendine bir aile kurmak için çırpınırken İmparatorluk çalkalanmakta, I. Dünya Savaşı hızla yaklaşmaktaydı.
Tsolag giderek büyüyen ailesi için Merzifon’da bir konak inşa ettirdi. Bu güzel konak içine büyükçe de bir stüdyo yaptırdı.
1908 Osmanlı Ermenileri için umutlu bir dönemdi. Yeni bir anayasa, yeni bir meclis ve bu mecliste 12 Ermeni vekil.
Ancak bu düş kısa sürdü. Birkaç yıl içinde Ermenileri hedef alan şiddet yeniden alevlendi. Adana katliamı ortalığı kan gölüne çevirdi.
1915 baharı Anadolu’da yaşayan Ermenilere felaket ve yıkım getirdi.
Savaşla birlikte, vergi toplamak ya da asker kaçağı bahanesiyle Ermenileri hedef alan köy baskınları, yağma ve talan ile ölüm olayları arttı.
Asıl büyük dalga Van olaylarından sonra geldi. 24 ve 25 Nisan’da ‘sözde Ermeni ayaklanması’ bahane edilerek İstanbul’da çok sayıda Ermeni aydını tutuklandı ve öldürüldü.
Bu tarihten itibaren 24 Nisan kuşaklar boyunca Ermenilerin belleğine ‘Ermeni Soykırımını Anma Günü’ olarak kazınacaktı.
Ve tehcir başlatıldı… Anadolu’nun dört bir yanındaki Ermeniler binlerce yıldır atalarına can veren topraklardan sürülüp atıldılar. Anadolu içlerine ve Suriye çöllerine, Deyruz Zor’a doğru sürüklendiler. Tecavüze uğramamışsa ya da evlatlık olmak üzere alıkonulmamışlarsa, yollarda açlıktan, susuzluktan, koleradan ya da tifodan ölmemiş, yol kenarlarındaki çukurlara, nehirlere atılmamışlarsa bir toplama kampına ulaştılar…
Sonrası ise meçhul… Suriye, Lübnan, İran, Ermenistan, Fransa ya da ABD… Kendi yurtlarından sürgün edilerek bambaşka coğrafyalara dağıldılar.
En büyük katliamlar ise Osmanlıların savaşı kaybetmesi durumunda ‘geleceğin Ermenistan’ına bağlanma tehlikesi yaşayan doğu vilayetlerinde yapıldı.
Kendi değimleriyle, ‘Koca bir halk çıplak ayaklarla ölümüne yürümekteydi.’
Dildilian kardeşler, hayatta kalmayı büyük ölçüde fotoğrafa borçluydu.
Hala hükümetin hizmetinde çalışıyorlardı çünkü çevrede onlardan başka fotoğrafçı bulunmuyordu.
Ancak 10 Ağustos’ta askerler kolej kampüsüne girdi ve okulda da Ermenilerin tehciri başlamış oldu.
Aynı gün aile meclisi toplandı; başka çare kalmamıştı, hükümet konağına gidip ölümden kurtulmak için Müslüman oldular. Hepsi Türk ismi almak zorundaydı artık… Tsolag oldu Pertev! Aram’a Zeki, kızkardeşleri Haiganouch’a ise Nadire adı konuldu.
Tsolag ev halkını kurtarmıştı ama Merzifon dışındaki akrabalarıyla temasını yitirmişti ve ne acıdır ki çoğundan bir daha da haber alamayacaktı.
Yüz binlerce mezarsız ölü arasında Dildilianlar da yerini almıştı. Kalanlar birbirlerine tutunarak yaşamaya devam ettiler.
Mütarekeye kadar Tsolag hükümet için çalışmayı sürdürdüler.
Ancak hükümet yetkilileri okulu kapattı ve hastaneye de el koydu.
Öte yandan Merzifon’dan geçmekte olan Alman askerleri portre çektirmek ya da ellerindeki cam negatifleri bastırmak için sıklıkla stüdyoya uğramaktaydı. Aram, katledilen Ermenilerin kafataslarıyla poz veren alman askerlerinin fotoğraflarını sakladı.
Ve dünyayı kasıp kavuran I. Dünya Savaşı nihayet son buldu. Ancak savaştan geriye kalan manzara korkunçtu.
Dağılmış aileler, mezarsız ölüler, zorla alıkonulmuş çocuk yaşta genç kızlar ve kadınlar, sokaklarda aç kalan yetimler… Ancak, yas tutacak zaman yoktu! Tsolag tıpkı kendisi gibi 1915 yılında din değiştiren Ermenilere sil baştan nüfus kaydı açmakla görevlendirildi.
Kardeşi Aram ise Samsun’a geçti. Şehrin sokaklarında dolanan yetimler yüreğini parçalamıştı. Aram, bu acı manzara üzerine bir Ermeni Yetimhanesi örgütlemek üzere tanıdığı herkesten yardım istedi.
Ve Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs’ta Samsun’a geldi… O tarihlerde düğünü olan Aram hatıralarında Mustafa Kemal ile karşılaşmalarına ramak kaldığını yazacaktı.
Tehcir öncesi Ermeni nüfusu 12 bin civarında bulunan Merzifon’da 1920 yılında kalanların ve geri dönebilenlerin toplamı ise 3 bini geçmiyordu artık… Ve Mayıs 1918’de Rus sınırları içerisinde Ermenistan Cumhuriyeti kuruldu.
Ancak bahar geldiğinde rüzgarın yönü tamamen değişti, tansiyon iyice yükseldi. Britanyalı askerlerin şehirden çekilmesiyle Ermenilere yönelik tehditler tekrar arttı.
Tsolag bir süreliğine Samsun’a, kardeşi Aram’ın yanına yerleşmeye karar verdi.
Şartlar biraz düzeldiğinde Merzifon’a geri gelmeyi düşünüyordu ama ne yazık ki bu hayali hiç bir zaman gerçekleşmedi.
Tsolag çok sevdiği Merzifon’u ve kendi evini bir daha asla göremeyecekti.
Aile Samsun’da güvende olduklarını düşünüyordu ancak Yunan savaşı, toplu katliamların bu kez ülkedeki Rumlara yönelmesine neden olmuştu, ama Ermeniler de nasibini almaktan geri kalmadı.
23 ve 31 Temmuz 1921 tarihleri arasında Merzifon’da binlerce Rum ve Ermeni katledildi.
Ve böylece Merzifon’a dönüş umudu da tamamen yok olup gitti.
Eylül’de Yunanlıların yenilgisi ve İzmir yangını ile birlikte Samsun’daki Rum ve Ermenilerin konumu da artık iyice çıkmaza girmişti.
Bu arada Rum yetimleri Atina’ya götürmek üzere Glasgow’dan gelen Belgravia gemisi Samsun’a ulaşmıştı artık. Toparlanmak için tam 24 saat vardı. Hiç kimseleri ve hiçbir şeyleri olmayan çocukları toplamak zor olmayacaktı.
Dildilianlar ailesi de aynı gemiyle vatanlarını tek etme kararı almıştı. Tarihe ışık tutacak olan fotoğrafları ve cam negatiflerini de yanlarına almayı ihmal etmediler. Tsolag gemide kamerasını yanından hiç ayırmadı, fotoğraflar çekmeye devam etti.
Ve zorlu yolculuğun sonunda kendi değimleriyle, ‘750 bin kişi iki hafta içinde hayvan sürüsü gibi Selanik ve Atina limanları ile Ege Denizi’nin Girit, Midilli, Kos ve Euboia adalarına döküldü…’
Onları ne yazık ki burada da kolay bir hayat beklemiyordu. Fakat direndiler, ayakta kaldılar.
Atina’daki yeni evlerini tam bir sene sonra kendi elleriyle inşa ettiler. Aynı yıl Anadolu Koleji de Selanik’te yeniden doğdu.
Tsolag yeni stüdyosunu açtı ve bir gelenek olan fotoğrafçılığı oğluna ve kızına aktardı. Aram ise ailesiyle Amerika’ya göç etti.
Tesbih taneleri gibi dağılırlar… Ama gidenler anayurtlarını hiç unutmadılar.
Yitik ülkenin fotoğraflarını, kartpostallarını yıllarca sakladılar. Anılarını kaybetmemek için kaleme aldılar. Evlerinin krokisini çizdiler. Sesleri, kokuları, görüntüleri yığdılar içine…
Büyükbabanın kundurasındaki kelebekler, kolej kampüsünde beslenen iki küçük ayı yavrusu için uydurulan çocuk şarkısı, özgürce kutlanan Noel yemeklerinin şen sofrası, Merzifon ovasının bereketli hasat zamanı, İris Nehri’nin yeşil tatlı suları burunlarında tüttü…
Ve hiçbir yurt bir daha öyle sevilmedi…
*Bir Ermeni Ailesinin Yitik Geçmişine Tanıklıklar: Dildilian Kardeşlerin Objektifinden (1872-1923) Sergisini 8 Haziran’a kadar gezebilirsiniz.