"Sözcükler gözümüzün önünden bir tren vagonu gibi geçip gider."
Cemil Meriç'in cümlesidir bu; benim kullandığım bağlamdan uzaktır ama tam da anlatacağım durum gibi ödünç alıyorum cümlelerini. Sözcükler artık katı, içleri boş, yapma çiçek, kokusuz, bağlamıyor, ayırmıyor, diye anlatır. Maalesef sözcükleri böylesi boş kullanıyor oluşumuz, onları kendimizi görünür kılmaya aracı yaparken içlerini boşaltmamız, onlara anlam yükleyemiyor oluşumuz belki bu yüzdendir.
Bu hafta geçen sene attığım bir tweetin altına tanımadığım biri "Hayatında tek derdi latte'sine yeterince şeker atılmamış olan insanlar, edebiyat parçalıyorlar" diye yazmış.
Ben bu cümleyi okur okumaz "demek latte'yi şekersiz içen bir insan gibi görünüyorum" diye düşündüm. Çünkü kahveyi gerçekten şekersiz içerim. Demek insan hayattaki en büyük derdini ne olsa saklayamıyor, bu derdin gölgesi yüzünü karartıyor ve hatta içimdeki alev umarsızca dışarı taşıyor, zaman zaman.
Keşke böyle olsaydı. Oysa durum çok farklı. Dostoyevski'nin Budala romanının kahramanı gibi bir şölene bir tek biz davet edilmemişiz gibi hissediyor, saldırıyor, yaralamaya çalışıyoruz. Nurdan Gürbilek, "Aylak Adam" ı anlatır bir yazısında. İki adam bir başkasını döverken roman kahramanı C arada dayak yiyiverir. "İnsanların hınçlarını hiç tanımadıklarından çıkardıkları bu büyük şehirde bu sahne son derece normaldir" diye anlatır Gürbilek. Hınçlarımızı tanımadıklarımızdan çıkarıyoruz. Onlara saldırıyor, içi boş kelimeleri ardı ardına sıralıyoruz.
Kuşkusuz bu, "mağduriyet"in yerini nasıl ve kimde gördüğümüzle ilişkili. "Latte içenler dertsizdir" epey iddialı, kaba ve hayatın gerçek bağlamından kopuk bir önerme. Latteyi kültürel ve sosyal bir üst sınıf göstergesi olarak görmekse sadece bir klişe olarak okunabilir.
Kelimelerimizin içi boş demiştim. Onlara çok da anlam yüklemeden zaman zaman sadece o cümlenin içinde güzel ve vurucu olabileceği için kullanıyoruz. Böylece akılda kalan sadece vuruculuk oluyor. Kalanı uçup gidiyor. Sahi büyük duygular sadece büyük sözcüklerle mi anlatılır? Hemingway "zavallı Faulkner", diyordu Faulkner kendisine yüklendiği zaman. "Büyük duygular ancak büyük sözcüklerle yazılır sanıyor."
İnsanların yüz yüzeyken birbirlerine böylesi hadsizlik yapmalarına sıklıkla rastlamıyoruz. Sanki yüz yüze ve klavye başında iki ayrı insan olunuyor. Dr. Jekyll ve Mr. Hyde kitabını hatırlarsınız. Bize bir insanın içinde hem güzel hem çirkin duygular olabileceğini, hiçbir zaman sadece bir özelliğimizle tanımlanamayacağımızı söylüyordu. Yazmıştım, Proust, Albertine Kayıp kitabında, "Hiçbirimiz tek bir insan değilizdir, hepimiz ahlaki değerleri farklı çok sayıda insan barındırırız içimizde" diyordu. Ben yazımı yazarken camdan gördüğüm o minicik çerçeve içinde bir anda yazdan kışa döndük örneğin. Doğru elbette, ben buna katılıyorum. Ama kitaptan da gördüğümüz kadarıyla bu iki özelliği bir dengede tutamadığımızda kötülükler peşi sıra geliyordu. Tanımadığımız insanlar hakkında yazıp çizebilmek, atıp tutabilmek bu döneme ve sosyal medyaya özgü. Bu kendini görünür kılma ve ilgi isteği midir?
Sosyal medya sığlıklarımızla kabul ediyor bizi ve bizi olduğumuz gibi kabul eden bir mecra gördüğümüzde pervasızca "edebiyat parçalayabiliyoruz". Jung, Yunanca "oyuncunun maskesi" anlamına gelen persona kavramını açıklamıştı. Kişilerin bazı kısımlarını dışa vurarak ona vurgu yapmaları ve bazılarını saklamalarını açıklıyordu. "Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu" kitabında Erving Goffman sosyal yaşamda kendimizi nasıl sunduğumuzu, nasıl bir performans sergilediğimizi, hangi yüzü neden kullandığımızı anlatır. Bana kalırsa bugün tüm bu davranışları kendimiz için değil ama bir başkası için yapabiliyoruz. Başkaları hakkında söylediklerimizle asıl onlarla ilgili stereotipler yaratıyoruz.
Bu ara çok konuşulan Joker filminin ünlü olmaya aday bir repliğine bakarak kendimi buluyorum: "Sorun bende mi yoksa dışarısı gitgide daha mı komik oluyor?" Sadece komik de değil, komik olmak istediği zaman bayağı, hüzünlü olmak istediği zaman arabesk.
Dostoyevski'nin romanı Ecinniler'in kahramanı Stavrogin normal ve tekdüze giden durumları ikiye bölmesi ve bir anda yaptığı rezilliklerle ortamın ilgisini bir anlığına dağıtmasıyla ünlüdür ya, Twitter'da da arka arkaya paylaşılan post'ları gördüğümde kendimi bir melodram filminin içine düşmüş gibi hissediyorum. Zaman zaman trajediye kayan ama genel itibarıyla melodram türünden ödünç alınan replikler havada uçuşuyor. Bir şeyi sadece söyleyerek onu olmuş kılıyoruz. Twitter aynı melodram kipinin kendisi gibi aşırılıklarla örülüyor.
Oysa söz hep uçar, hep uçtu. Ayaklarımızın yere sağlam basması için sadece konuşmak değil, harekete geçmek gerekir. Harekete geçmek ise her zaman bunu göstererek yapmayı gerektirmez. Yanlış mı?