20 Ocak 2019

Sahi ruhumuz, hâlâ var mı?

Medya sıradan olana ve gündelik olana konsantre oldukça bu durumda ortaya hiç de sıradan olmayan bambaşka bir durum çıkar

Bu dönemi bir cümlede yaz deseler hiç düşünmeden şunu yazarım: “Yapabiliyorsam neden yapmayayım?..” Ve bugün, dünyanın merkezinden sesleniyor bize “Yemekteyiz”in yarışmacıları: “Kabalık hobimdir, kaba olmayı çok severim”

Ben bu yazıyı yazarken Yemekteyiz programı 300. bölüme yaklaşmıştı. Yemek yapmakla, yemek yemekle aram hep iyi olduğundan programın başladığı ilk zamanları merak ettiğimi hatırlıyorum. Programın bana vaat ettiği, insanlar arasında başka katmanlarda kurulamayan köprünün yemek üzerinden kurulmasıydı. Hiç gerçekleşmeyen dileğim. Mesela bu temayı işleyen filmleri pek severim. Örneğin Ang Lee’nin “Eat, Drink, Man, Woman” filminin açılış sahnesi o kadar davetkardır ki, “Yemekteyiz” programının Tayvan şubesi çekilse tereddütsüz icazet edeceğim bir davet olurdu.  Bir de “Babette’s Feast” filmi var. Danimarka yapımı film, yemeğin bir kasabada, Ortodoks Hristiyan etik anlayışına nasıl galip geldiğini anlatır. Örnekleri çoğaltabilirim; “The Lunch Box”, “Chocolat”, “That Sugar Film”, “Big Night”, “Tampopo”, “Soul Food”, hepsi benim gibi sinema ve yemek arasında bağlantılar kurmayı seven kişilerin sevebileceği filmler...

Ama konumuz sinema değil, televizyon. O zaman televizyona geri dönelim.

Televizyonun dur durak bilmez eğlence üretimini uzun yıllardır sorguluyoruz. Önemli kuramcıların izinden giderek ana sorunun televizyonun eğlenceli programlar üretmesi değil ama tek amacının eğlence olmasının incelenmesi dönemini de arkamızda bıraktık. Neredeyse her geçen güne ağıt yakacağız bu gidişle ama benim şimdi, sorum şu; eğlence anlayışı nasıl bu kadar değişti? Birbirine neden kaba davrandığını bilmediğimiz, özgüveninin hangi sebeple yüksek olduğunu hiç anlayamadığımız bir grup insanın yarışması, nasıl bir eğlence sunuyor olabilir? Beni hiç eğlendirmiyor, ya sizi?

Toplanırsanız anlatıyorum: Henüz asistanlık yaptığım yıllardı. Doktora öğrencisiydim. Bölüm başkanım istersem yaz okulunda bir ders verebileceğimi söyledi. Ders onun üzerinde olacaktı ama dersi ben yürütecektim.  Hem deneyim kazanacak hem ders ücretini alarak bir ek gelir sahibi olacaktım. Yaz geldi, dersi anlattım, bitti. Bölüm başkanım aradı. “Yurt dışında olduğum için dersin ücretini bana vermiyorlar” dedi. Bütün iyi niyetiyle “sana başka bir arkadaş takdim edecek zarfını” diye ekledi. Ertesi gün başka arkadaş, elinde zarf ile odama geldi. Çok memnundum, zarfı almak için elimi uzattım. Kulağıma eğildi ve “ders ücretinin yüzde 10’unu kestim” dedi. Aracılık yaptığı için vermediği dersin, sahibi olmadığı dersin, görmediği öğrencilerin, hazırlamadığı ders notlarının, girmediği sınavın üzerinden yüzde 10 para kazanması ona normal gelmişti. Kendi yarattığı adalet anlayışını sürdürmek onun için yeterliydi sanırım! Genel geçer bir adalet anlayışına neden ihtiyacımız olsun ki?!..

Yemekteyiz’i birkaç hafta önce gördüğümde aklıma birden bu yaşadığım olay geldi, sanırım bana adaleti kendi başına dağıtmayı kendilerine görev edinmiş insanları hatırlattığı için… O insanlar değil mi ki her şeyi “kişisel gelişim” kitaplarından öğreniyor ve mutluluğun, kaygının, acının, hüznün ve adaletin sadece bireyle ilgili olduğu sonucuna varıyorlar. Öyle ya, “mutlu olabilirsin, sadece denemekten korkma”, “zengin olabilirsin, tabii yeterince çalışırsan” gibi kişisel tüm sorunlarımızın kaynağında toplum değil ama yine biz olduğunu bize o kadar çok söylediler ki herhalde inanmaya başladık. Kendi kendimizi tedavi ettikçe, kendi kendimize yapay mutluluk alanları yarattıkça merkeze daha da yerleştik.

Ve bugün dünyanın merkezinden sesleniyor Yemekteyiz’in yarışmacıları: “Kabalık hobimdir, kaba olmayı çok severim”. 

Sosyal medyada “selfie” çılgınlığı ile zuhur eden kendini merkeze koyma televizyonda kendine bu programlarla yer buldu. Çünkü örneğin dizi izlemek bir türlü tam merkeze denk düşmez. İzleyeni merkeze koymaz. Bir tepe noktası heyecanına ulaşmak için saatlerce, belki de haftalarca bekleyen izleyici zevkini ertelemek zorunda kalır; üstelik aldığı zevk başkası adınadır. O zaman şimdi “Yemekteyiz” zamanı.

Bu programın yarışmacıları bana “selfie”leri hatırlatıyor demiştim. Hayatın hiçbir döneminde kendimizle bu kadar çok karşılaşmadık. Bakhtin, “insan asla kendini göremez” diyordu. Vertov’un “Kameralı Adam” filminde kendi görüntüsü ile mercek aracılığıyla karşılaşan bir adam görürüz. Biz kendimizle ayna üzerinden iletişim kurmayı bile yeni öğrenmişken kameranın sürekli bizi göstermesi, hayatın merkezine hızlı geçişimiz başımızı döndürmüş olmalı.

Türkiye’de popüler kültür alanında gelişmeler ABD ve Avrupa’nın belli dönemleri yaşamasının çok ardından gerçekleşti. Oysa sosyal medya çağında adımımızı “uzun atlama” ile attık. Hiçbir şeyin gerisinde kalmadık, hatta bizim arkamızda kalanların puanlarını keselim mi? Nasıl olsa adaleti kendimiz dağıtıyoruz: Börek yağlı olmuş, karnıyarığın kıymasını beğenmedim, sunum hijyenik gelmedi bana, baklava şerbetini çekmemiş, porsiyon büyük, porsiyon küçük, kırdım puanını. Çünkü bu dönemi bir cümle anlatsak o şu cümle olurdu; “Nasıl olsa yapabiliyorum o zaman neden yapmayayım?”

Ünlü olmak, merkezde olmak, özgüvenin vahşi boyutu hep kültürün medyalaşmasıyla yani Krotz’un açıkladığı anlamıyla gündelik hayatın, kültürün ve toplumun sosyal inşasının, hayatının en mahrem anlarının bile medya tarafından yeniden şekillendirilmesi ve filtre edilmesiyle açıklanabilir. Bu yeni tür ünlülüğe medya iki şekilde hizmet eder. İlkinde ünlülerin persona’sının altındaki gerçek kişiliklerini gözler önüne serecek programlar yapılır ve diğerinde sıradan insan mercek altına alınarak yine sıradan insana izletilir. Bizi bize izletmek, kendi kendimizi üretmek ve tüketmek, kuyruğunun peşindeki yılan gibi…

“Ünlü” kişilikler sosyal medya ile ulaşılabilir hale gelir ve ünün kapısı aralanır. Tayfun Atay’ın Türkçe’ye kazandırdığı nefis bir çeviri-kavramdır: “Meşhuriyet Çağı”!  Ünsüz olan insanların ünlü olmasına bir adım kalmıştır, kapı aralanır, anlık bir performansın hayatı değiştirebileceği yansıması kol gezer. Oysa nicelik niteliği yer. 300 program boyunca “ünlü” olan 1500 yarışmacıdan geriye tek bir streotip kalır.

Graeme Turner’ın kavramıyla anlatırsak bu durum toplumsal bir ters-yüz halidir. Çünkü medya sıradan olana ve gündelik olana konsantre oldukça bu durumda ortaya hiç de sıradan olmayan bambaşka bir durum çıkar. Her mikrofon uzatıldığında söyleyecek bir şeyin olduğunu düşünmek, kameran var diye görünmen gerektiğini sanmak, hemen her konuda fikir sahibi olmak artık işten bile değildir. 

Artık her şeyin merkezinde kendimiz varız. Biz oldu diyorsak olmuştur! Tek mutlak güç de içimizde. Hayatımızın sadece başrolünde değiliz ama aynı zamanda yönetmeniyiz.

“Yemekteyiz” programında yarışmacılar birer performans sergilemeye çalışır. Bu performans aynı zamanda herkesi dakikadan da daha kısa bir sürede her tüketenin gözünde anlık olarak ünlü yapabilir. Sosyal medya gibi televizyon da bu anlamda mikro-şöhrete imkân verir, onu muktedir kılar.

Bu durum, insanların kendilerini bir toplumsal persona’nın arkasında yeniden oluşturduğu ve başkaları tarafından tüketilebilecek bir anlık gösteriye dönüştürdüğü bir kendini sunum biçimidir.

Modigliani resmettiği kişilerin gözlerini çizmezdi, ta ki onların ruhlarını gördüğünü düşünene kadar. Ruhlarını asla göremediğimiz sadece gözleri olan insanlar diyarına hoş geldiniz!..

Sahi ruhumuz, hâlâ var mı?

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"