09 Haziran 2019

Mutsuz ailenin mabedi: Tatil köyleri

“Siz beş çayına giderken, yaşlı dostunuz bir kenar mahallede tek başına, mor gökyüzünde pembe ayın tırmanışını seyrederek sizden daha mutlu olacak.”

Charles Dickens “mutluluğun sırrı onu beklemek değil o gelince hemen sahiplenmektir” dediğinde haklıydı. Mutlu olmayı bilmediğimiz için mi mutlu olamıyor olabiliriz. Öyle ya bilmediğimiz, tanımadığımız birini içeri almakta zorlanırız. Mutlu olduğumuzu anlamadan bir sonraki anın planını mükemmel yapmakla çok meşgul olabilir miyiz? Niye soruyorum? Çünkü bir tatil köyünde tatildeydim ve tatilde o kadar çok mutsuz insan gördüm ki!

Şimdi Tooker’ın bu tablosuna bir bakalım. Ve Viktor Frankl’dan alıntılayalım. “Mutlu olamıyorsak daha fazla mutsuz olmamıza gerek var mı?” Bana kalırsa bu mutsuzluk şimdi her yerde. Tatil köyünde kısa bir tatilin ardından kendi kendime Erinyes tanrısı insanlardan öcünü tatil köylerinde alıyor olmalı diye düşündüm, çünkü tatil köyünü düşündüğümde aklıma kaydıraklar, plaj voleybolu, dart oyunları, şişme flamingolar, organik güneş kremleri değil Tooker’ın resimleri geliyor.

Daha fazla mutlu olmaya çalıştıkça daha fazla mutsuzuz. Kısa bir tatil köyü tatilinden kalan izlenimlerim hep mutsuzluk üzerine. Orası mutsuz çiftler diyarı, mutsuz aileler mabedi. Birbiriyle konuşmayan, kendisi için tatil yapmaktan çok tatilde nasıl göründüğü fikri üzerine kafa yoran aileler, bizim ailelerimiz üzerine. Neden mutsuzuz diye sorunca sebep çok. Ama mutluluğun sadece para ile satın alabileceğimiz ürünlerde olduğu yanılsaması, yeni orta sınıfın kendisini sadece görüntü üzerinden kimliklendirmesi belki de sorunların en büyüklerinden. Yakın bir zamanda okuduğum bir akademik makalede ne kadar para kazanıyor olduğundan bağımsız olarak insanların hızla nasıl fakirleştiğinin örnekleri veriliyordu. Kazandığın paradan yaşamak için gerekenleri ayırdığında geriye bir şey kalıyor mu? Çoğumuz ilk evrede eleniyoruz bile. Ama devamı var. Hayatını arzu ettiğin bir standartta devam ettirebilmek için gerekli olanları yaptıktan sonra geriye kazandıklarından birikim yapabiliyor musun? Başka bir deyişle sadece bugünün için değil ama yarınlar için, çalışamayacağın günler için birikim yapabiliyor musun? Bunları yapamıyorsan fakirsin diyordu.

Artık gider kalemi çok fazla. Ama aldıkça da doymuyoruz. Açık büfelerden hoyratça tabaklara doldurulan yemekleri hangi mide alır? Ya da hayatın getirdiği rekabetçi ortamı tatilde devam ettiren ruhlar hangi sahil kıyısında huzur bulur? Havuzdaki hangi baba çocuğu ile en çok oynayan baba ödülünü alabilir? Aslında ruhen fakir olmak tam da budur; tatil köyünde düzenlenen çocuk festivalindeki oyun çadırına kendi çocuğunu yandan sokmaya çalışmaktır. Sırada bekleyen onlarca heyecanlı çocuğun heyecanından daha önemli görmektir kendi çocuğunun paylaşmadığın heyecanını. Üstelik ona da ruhen fakirliği öğretmektir bu, sıraya girmeye çalışan çocuğuna “Can, sen şu aradan gir” deyiverince bir anda kararır dünya.

Fakirliği sadece maddi olarak düşünmezsek, hızla fakirleştiğimiz yine doğru anlamı ifade edebilir. Kendimiz için bir şeyler yapmak istemediğimiz sürece fakiriz. Başkaları için bir şeyler yapmak istemediğimiz sürece fakiriz. Neysek o olamadığımız için ruhen fakiriz. Hayatımızı daha güzel bir hale getirmek için kapımızın önündeki saksıları boyamak istemediğimizde, harika bir limonata yapmak için limonları rendelemeye üşendiğimizde fakiriz. Dahası Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde söylediği gibi, mutluluğu haklı olmaya tercih edemezsek fakiriz.

Sıklıkla çocuk parklarında vakit geçiriyor ve zaman zaman yeni tip anne babalığın da çiftleri ne derece mutsuz ettiğini görüp şaşırıyorum. Örnek çok ama ilk aklıma geleni anlatıyorum. İki çocuk salıncakta sallanıyor ve olayın kahramanları ufukta görünüyor.  Küçük bir kız salıncağa doğru koşuyor ve annesi hemen arkasından geliyor. Uzaktan da babası daha ağır adımlarla cep telefonuna bakarak ilerliyor. Çocuk annesine dönüyor ve “anne sallanmak istiyorum” diyor. Buraya kadar her şey çok normal. Salıncak dolu ama çocukların sıkılması da an meselesi değil midir zaten? Kahraman anne sallanan çocuklara dönüyor ve “çocuklar biriniz inin lütfen, kızım sallanmak istiyor, hem o küçük ve hem de yeni geldi” deyiveriyor. Hayatı kendisi için ve başkaları için güzelleştiremeyenlerin sadece kendi çocukları için güzelleştirmeye çalıştıkları bir dünya nasıl yeşerir, nasıl meyve verir?

Mutluluğu bir kişide değil, bir üründe değil ama sadece kendinden bulabileceğine ne zaman ikna olur insan? Zira Epikür bunu söyleyip uygulayalı, epey de başarılı olalı yıllar oldu. Hayatın anlamı, yaşamın anlamsızlığındadır. Camus olsa kabullenişten bahsederdi. Ancak bu vazgeçişin kabullenişi değil. Bu anlamsızlığın içindeki anlamı bulmak olmalı. Bu kabullenişi belki de Kierkegaard’dan ödünç almıştır. “Hayat çözülmesi gereken bir problem değil ama yaşanması gereken bir gerçekliktir” diyen Kierkegaard’dan.  Bu benim için, bir Goya tablosuna uzun uzun bakmak ve ardından da tabloyu düşünmek olabilir. Yaşamın anlamı bir anlığına Goya oluverir. Bu kabulleniş Viktor Frankl’ın “hayatınıza anlam katmalısınız” gibi özetlenebilecek önermesine de ters değildir. Sadece nedeni olanlar nasıla katlanır ama bazen neden anlamı aramanın kendi anlamsızlığı olmasın.

Tatil köyleri yeni deneyimler olmaktan çıkalı çok oldu. Ancak müşterilerine yeni deneyimler yaşatması gerektiğini bildiğinden mutsuz insanların sadece bir anlığına mutlu olabilecekleri yeni deneyimlerine sürekli yenileri ekleniyor. Oysa mutluluk hemen geçmekte değil ama durup bakmakta olabilir mi? Yakın zamanda Tate Modern’de mutluluğun ressamı olarak bilinen Pierre Bonnard’ın resimleri sergilendi. Bonnard’ın sergisi yıllar önce açıldığında müzede izdiham yaşandığından son sefer de müze direktörü önlemini ziyaretçilere bir çağrı yaparak almıştı. Girerken tüm sıkıntılarınızı, hayatın hızını, iç huzursuzluklarınızı bir bardağa koyun. İçeride resimlere sadece uzun uzun, yavaşça bakın. Hatta bu yeni deneyime bir isim bile vermişlerdi. “Slow looking” yani resme bakarken ağırdan alma, yavaş yavaş bakma eylemi.

Hayata böylesine yavaş bakmayı başaramadığım bir tatilden döndüğümde aklımdaki Tooker tablosu, Proust’un yazdığı şu cümleyle hayat buluyordu. “Siz beş çayına giderken, yaşlı dostunuz bir kenar mahallede tek başına, mor gökyüzünde pembe ayın tırmanışını seyrederek sizden daha mutlu olacak.” Çünkü önemli olan yeni yerler görmek değil ama mor gökyüzündeki pembe ay tırmanışlarına yavaş yavaş bakabilmektir.

Yazarın Diğer Yazıları

Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü

Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

"
"