Başlığı ben değil Rilke attı ama belli ki bugünü de anlatarak hepimiz adına konuşmuştu:
“Başarı istemiyorum, hiçbir konuda, asla başarı istemiyorum.
İstediğim tek şey var o da güzellik...”
Nedir bu yüz filtrelerine karşı merakımız? Kendimizi daha güzel, daha çirkin, daha yaşlı, daha genç de yapsak hatta tavşan bile olsak, hep içindeki aynı biz değil midir? Değil, artık değil. Dönem başka dönem. Galiba siborglaşma sandığımızdan da çabuk gerçekleşiyor.
Ayvalık Çamlık’ta deniz kenarında bir kafede oturuyorum. Güneş batmak üzere. Gökyüzü kızılın her tonundan şarkılar söylüyor. Denizin içindeki çakıl taşlarının bile yanakları al al olmuş. Bazı zamanlarda böylesi güzelliklerle ne yapacağımı bilemiyorum, hayran hayran izliyorum doğayı.
Arka masamdaki iki genç kız bir “Black Mirror” bölümünden çıkmış gibiler. Bir soğuk kahve söylemişler masaya ama ikisi de kahveyi içmeyi sevmiyormuş. Kendilerinin ve birbirlerinin onlarca fotoğrafını çekiyorlar. Çekerken de bazı fotoğraflarda çirkin buldukları arkadaşlarından konuşuyorlar. Az sonra fotoğraflarda “en güzel” çıkmak için kendilerine birkaç filtre uygulayacaklar.
Doğayı filtre daha güzel yapamıyor. Keza insanları da, bana sorarsanız. Eğlenceli bir uygulama ama herkesi birbirine benzetiyor işin özünde. Büyük gözler, dolgun dudaklar, pürüzsüz bir cilt, uzun kirpikler. Yüz filtreleri, kendini kusurlarıyla biricik bulanların değil ama genel geçer güzellik ölçütlerinin peşinden gidenlerin başucu uygulaması olabilir. Oysa Umberto Eco “Güzelliğin Tarihi”ni yazdığında felsefi metinlerde ve sanatta bir hayli tartışmalı olan “güzellik” anlayışının mutlak bir belirlenimcilikle açıklanamayacağını anlatıyordu.
Dijital çağın “veba”sı: “Snapchat dismorfi”
Yüz filtreleriyle ilgili çok az akademik çalışma var. Olanların çoğu “snapchat dismorfi” denilen, adı yakın zamanda bir estetik doktoru tarafından konulan bir tanıya dayanıyor. Buna göre 2017’den itibaren her yıl yapılan çalışmalarda 17-21 yaş arasındaki gençlerin arasında kendilerine uyguladıkları yüz filtrelerine benzemek için ameliyat olmak isteyenlerin sayısında hızlı bir artış var.
“Dismorfi”, literatürde, görünümde var olan küçük ya da hayali bir kusur üzerine aşırı derecede zihinsel uğraşı ile karakterize olan bir durumu ifade ediyor. Basit bir anlatımla örneğin “burnunuza kafayı takıyorsunuz, onu güzel bulmuyor, onu bulmadığınız için kendinizi bulmuyor ve başınıza gelen olumsuzluklarda hep burnu suçluyorsunuz”a kadar dayanıyor bu iş. “Snapchat dismorfi” ise snapchat uygulamasının hayata soktuğu köpeğe, tavşana benzeyebildiğiniz, gözlüklü gözlüksüz, şapkalı, gür saçlı ya da nasıl isterseniz öyle görünebildiğiniz filtrelerin ardından doğan yeni bir kavram.
İnsanların kusurlarını aynada görmesi yeni değil elbet ama hayatın hiçbir döneminde kendisiyle bu kadar sık karşılaşmayan insanlar için yeni olan şey, bu kusurlardan azade hallerini de görebiliyor olmak. Dahası sorun sadece bu kadarla kalmıyor. Bazı kliniklerde özel olarak yüz filtreleri ile kendi görüntüleri arasındaki farka dayanamayan gençlere ruhsal sağlık desteği verilmeye başlanmış bile.
“Altın oranı” en büyük tasa
Erving Goffman 1950’lerde sosyal psikolojinin temellerini atmış ve insanların gündelik yaşamda benliğin sunumunu gerçekleştirebilmek için sosyal maskelere ihtiyaçları olduğunu söylemişti. Şimdi maske, sosyal olmaktan çıktı. Arkasına saklanılan, benliği arzu ettiği bedene kavuşturan maskeler, insanları aynalarla barıştırırken ruhlarını köksüz bıraktı.
Leonardo da Vinci’nin altın oranı bugün gündelik hayatın en büyük tasalarından biri. Ya yeterince güzel görünemezsek? Bu konuda kendimizi sevmemiz yetmiyor zira insanların başka insanların bedenleri üzerine söz söyleyebilme becerisi çok yüksek. Daha dün denizden çıkan iki arkadaş gördüğümü hatırlıyorum. Biri diğerinin elini omzuna atmış diğerine “çok şişmansın” diyor “ya kalpten öleceksin ya evde kalacaksın!” Aman allahım diye düşünüyorum, neresinden tutsam başka taraftan elimden kayıp gidecek bir cümle. Ancak takip ettiğim blogger’ların bazılarında zaman zaman benzer ifadelerle karşılaşıyorum. Bedenine iyi bakmayı, spor yapmayı salık vermelerinin asıl sebebi sadece bir başkasının seni beğenmesini sağlamak her nasılsa. Yakın zamanda, Instagram’a spor ve sağlıklı beslenme videoları koyan bir kadın “siz kendi vücudunuza iyi bakmazsanız o adam size niye baksın” diye sesleniyordu, tabii ki kadınlara.
Bu tartışmaları düşünürken Rembrandt’ın iki resmini hatırlıyorum. Birinde sonsuz gençlik dolu olan ressam karısı Saskia ve kendini çizer. Resimden neşe ve hayat fışkırır. Sanki dikkatli baktığınızda arka fonda çalan şarkıyı ve görmediğiniz kadrajda edilen dansları hayal edebilirsiniz. Bugün olsa, bir Instagram karesinden çıkmış gibi görünen bu resimden yıllar sonra ressam yine bir oto portresinde bu sefer o az evvelki duyguyu alaşağı eden bir hüzünle resmeder kendini.
Rembrandt hayatı boyunca kendini çokça çizmiştir. Ancak yaşlandıkça kusurlarını bir ayna gibi yansıtan resimleri dikkat çekicidir. Gençlik ve yaşlılık arasındaki görünme biçiminin farkı çarpıcıdır.
Haftanın filtresi: Yaşlandırma
Deniz kenarından kalkıp eve geliyorum. Her sosyal medyayı açışımda bir başka arkadaşımın yaşlılık haliyle karşılaşıyorum. Belli ki bu haftanın popüler filtresi kendini yaşlandırmak. İnsanın çirkinleşmeye pek tahammülü olmadığı gibi yaşlanmaya da yok. Roland Barthes’ın dediği gibi reklam endüstrisi gençlik konusunda ırkçıdır. Ancak yaşlılığa tahammülümüz sadece bu bizim kontrolümüzdeyse olabiliyor. Anlık bir heves, yerini kişisel verilerin korunması tartışmasına götürürken yüz filtreleri hala popüler olmaya devam ediyor.
Olduğumuz gibi değil ama yıllardır fotoşop’lanan ünlüler gibi görünebiliyoruz. Olduğumuz halimizle kendimiz barışsak bile çevremizdekilerin bir türlü barışamadığı kusurlarımızı 7/24 gizleyebiliyoruz. Üstelik yüz filtreleri şimdiye kadar olmadığı kadar bizi de ortaya koyuyor. Sosyal medyada başkasının fotoğrafları ile profil hesabı açmaya ve gizlenmeye ne gerek var? Kirpikler çoğalsın, gözler büyüsün, yüz biraz gençleşsin, kim demiş o sen değilsin diye? Böylece selfie nasıl insanın kendi performansına dönüştüyse filtreler de bir nevi performansın can alıcı öğeleri oldu.
“Kintsukuroi” denilen Japon sanatına ve felsefesine göre, bir şeyin kırılmış, bozulmuş olması o şeyi daha özel kılıyor, o şeyi altınla yapıştırarak asıl kırıldığı yeri en değerli kısım kılıyorlar ya hani. Sadece sende olan ve başkasından olmayan bedenine ait özelliklerin ve kusurların için de bu geçerli. Herkesin bir başkasına benzeyerek aynı standartta güzel olması çok çirkin bir şey değil mi? Farklılıklarımızla bir olacağımıza, birbirimize benzeyerek çoğalıyoruz.
Susan Sontag, her ne kadar fotoğrafla kendimizi tekrar ve tekrar yaratma çabamızın bir yanılsama olduğunu söylese de sanal olanın çekici olmasının sebebi aslında, uzak, dokunulmaz ve kurgusal bir yer olmasıdır. Kendimizle yarattığımız yeni benler şimdilik neyse ki hala kurgusal boyutta. Ama zamanla bu da değişecek. Kişinin performansı yani “selfie”si ve ona eklediği filtreler zamanı geldiğinde anlamlandırmamız için hepimize bir bilgi eker; ekme, yani yarattığımız ve sunduğumuz yeni imaj, anlamlandırmanız için birbiri ardına dizdiğimiz bir zihinsel trendir.
Ve korkarım bu tren bizi zihinsel bir yolculuğa çıkaracaktır, var olmayan ülkeye doğru.