Hepimizin bildiği bir gerçeği bir kez daha tekrarlayarak başlayalım söze:
Başbakan Erdoğan’ın popülizmin yakıcı keskinliğinde gezinen empati yoksunu üslup ve uygulamaları, yalnızca Türkiye’nin özgürlükçü kamuoyunun değil, dünyanın da kaygı ile izlediği bir hale dönüştü. Hele hele son Twitter engellemesi ile bu kaygı hali ayyuka çıktı. Buna karşın son anketler gösteriyor ki, Erdoğan bu siyaset diliyle 30 Mart seçimlerinden de en azından büyük bir yara almadan ve belki de oylarını bir miktar artırarak çıkacak.
Peki bunca ayrıştırıcı söyleme rağmen AK Parti hükümetinin kan kaybını engelleyen nedir?
Bunun iki önemli nedeni olduğunu düşünüyorum: Ekonominin yapısal anlamda yalpalasa da umut vermeye devam etmesi ve 30 yıl sonra gelen Kürt barışının ülkedeki gerilimi kaynama noktasından uzaklaştırması.
Yani AKP seçmeni herşeyden önce “AKP varken ne ben ne de bir yakınım askerde ölecek” ve “İşimi kaybetmeyeceğim, gelir seviyem düşmeyecek” diye düşünüyor. Kuşkusuz Erdoğan’ın bir lider olarak muhafazakar yaşam biçimini dayatmasını haklı görmek, “paralel devlet” ile mücadelesini sahiplenmek ve onu “Adnan Menderes gibi yedirmemek” de bu gerekçeler arasında sıralanabilir. Ama ideolojik sahiplenmesi olmayan ortalama seçmen için asıl motivasyon “canın ve cüzdanın sağlamda olduğuna” dair kanı.
Erdoğan karşıtları açısından bu algıyı mahkum etmek kolay olabilir. Ama bu algının dayandığı temelleri görmemek ve buna göre siyaset üretmemek de bana kalırsa büyük bir hata.
Üstelik ekonomi ve barış konusunda böyle düşünen yalnızca AKP’nin kemik seçmeni değil. Nereden mi çıkarıyorum? Geçen hafta 21-22 Mart tarihlerinde gerçekleştirilen Uludağ Ekonomi Zirvesi’nden edindiğim izlenimlerden.
Capital ve Ekonomist dergisi tarafından bu yıl üçüncü kez düzenlenen zirve, Türkiye’nin en önemli iş insanlarını, devlet adamlarını ve uluslararası girişimci ve akademisyenlerini aynı çatı altında toplayarak kısa süre içinde ün yaptı. Örneğin bu yıl zirveye 120’si basın mensubu olan toplam bin kişi katıldı. Dünya ve Türkiye’nin masaya yatırıldığı 12 oturumda ekonomiye yön veren 57 konuşmacı söz aldı. Türkiye’de bu çapta organizasyonlara imza atmak kolay değil.
Bu yıl 30 Mart seçimlerinden tam bir hafta önceye denk gelen zirveye, daha ilk günü olan 21 Mart’ta Twitter yasağı damgasını vurdu. Zira oturumlarda Türkiye ve Avrupa’nın ekonomik durumu, geleceği ve şirketlerin büyüme stratejileri konuşulsa da, kahve ve yemek aralarının baş gündemi “Twitter yasağı” oldu. Ardından seçim sonuçları üzerine tahminler ve ekonominin yapısal sorunları geldi.
Öte yandan…
Aynı gün aynı saatlerde ülkenin bir başka ucunda, Diyarbakır’daki Newroz mitinginde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın “barışa devam” minvalindeki mesajı yüzbinler tarafından alkışlanıyordu. Bu alkış seslerinin Uludağ’a ulaştığını söylemek ise zor. İş dünyası içinde barış sürecine ilişkin genel bir iyimser kanı hakim olsa da bu konuda yorum yapmak pek de tercih edilmedi. Ama süreci olumsuzlayan kimseye rastlamadığımı da belirteyim. Hatta birçok yatırımcı, son teşviklerden sonra bölgeye yatırım için hevesli olduğunu gizlemiyor.
Zirvenin “gizli gündemi” haline gelen Twitter yasağı ile ilgili en çok akılda kalan mesajı ise Türkiye’den bir isim değil, ABD’nin son yıllarda çıkardığı en önemli girişimcilerden biri sayılan Chobani yoğurtlarının sahibi Hamdi Ulukaya verdi.Ulukaya konuşmasında, elde ettiği başarıdan dolayı Muhtar Kent, Kemal Derviş gibi isimlerin kendisini arayıp kutladığını söyledi ve “Bakan Mehmet Şimşek de attığı tweette Chobani’nin başarısını kutladı. İnşallah Bakan Şimşek daha çok tweet atar” deyiverdi. Bu sözler 600 kişilik salondan büyük alkış aldı.
Zirvenin bir başka oturumunda konuşan Türk Medya Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ethem Sancak’ın Türkiye’nin küresel markalarını sayarken Fatih Terim ve Kızılay ile birlikte Başbakan Erdoğan’ın da adını anması ise, aynı kitle tarafından inceden bir uğultu ve yüz buruşturma ile karşılandı. Zira zirvedeki katılımcıların çok önemli bir bölümünü “Beyaz Türk” tanımına cuk oturan profesyonel yöneticiler ya da patronlar oluşturuyordu. Her ne kadar bunu bireysel sorumluluk alarak ortalık yerde dillendirmek istemeseler de Erdoğan’ın üslubundan uzun zamandır rahatsızdılar. Öyle ki, zirvenin son gününde konuşan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bile yaptığı sunumda AK Parti hükümetinin son 10 yılda ekonomideki başarılarını sayarken, “Siz AK Parti’yi beğenmiyorsunuz ama…” demekten kendini alamadı.
Ancak bu rahatsızlık, -tıpkı AKP’nin muhafazakar kodları zayıf olan orta sınıf seçmenleri gibi- iş dünyasının karar vericilerinde “bu söylemler ve uygulamalar ekonomiyi batırır” tarzında bir tepkiye neden olmuyor. Çünkü iş dünyasının önemli bir kesimi Erdoğan’ın yönetme biçimini eleştirse de Türkiye’nin büyüme potansiyeline güveniyor ve bu sebeple Erdoğan’ın “düşük yoğunluklu” otokratik tavrının ekonomiye büyük zararlar vermeyeceğini düşünüyor. Mesela hükümeti antidemokratik uygulamaları konusunda kıyasıya eleştiren TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz, zirvede yaptığı konuşmada, “Büyük hatalar yapılmadığı takdirde Türkiye’nin potansiyel büyümesinin, yüzde 4-5’in üzerine bir iki puan koyabileceğini ve dünya ortalamasının üzerinde bir büyümeyi sağlayabileceğini öngörüyorum” diyor.
Zirve boyunca yaptığım görüşmelerde Türkiye’de uluslararası şirketleri temsil eden birçok profesyonel yöneticinin “adının verilmemesi kaydıyla” Erdoğan’ın tavrını özetle şu sözlerle değerlendirdiğine de şahit oldum:
“Erdoğan’ın yaptıklarını tasvip etmiyorum ama şirket politikamız ‘Paniğe gerek yok, Türkiye iyi bir pazar’ diyor. Çin ve Rusya’da da durum aynı. Ama bu pazarlar açık ara en fazla kar vaat eden pazarlar. Bizim açımızdan Türkiye için de bu durum devam ediyor. Müthiş bir insan sermayesi ve tüketim potansiyeli var.”
Yani?
Yani küresel sermayenin temsilcileri Erdoğan’daki değişimi, son 15-20 yılda otokrasinin demokrasi karşısındaki yükselişine yoruyor. Ticaret hukuku veya iş yapabilme kolaylığı konusunda yatırımcıları pazardan soğutacak yollara sapılmazsa, ülkedeki demokrasi seviyesinin “tali” bir konu olduğu düşünülüyor. Dünyada “Dr. Kıyamet” lakabıyla anılan yatırım uzmanı Marc Faber bile Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde görüştüğü basın mensuplarına “Twitter’in kapatılmasının piyasa ve portföy yatırımlarına etkisi sınırlı olur. Ben daha uzun vadede bakıyorum” diyor. (Özlem Dalga/Habertürk-24 Mart tarihli yazı)
Türkiye pazarında uzun yıllardır yer alan en büyük küresel şirketlerden birinin Türkiye operasyonlarını yöneten bir isim ise, zirvede yaptığımız görüşmede bu konuya bir başka pencereden yaklaştı. Türkiye ekonomisinin karşılaşacağı en büyük potansiyel tehlikelerinden birinin Erdoğan’ın tavrından çok İran olabileceğini söyleyen bu işadamına göre, “İran pazarının önümüzdeki yıllarda küresel sermayeye açılması, Türkiye’nin altındaki halıyı çekebilir.”
Ekonomik potansiyeli yüksek ülkelerdeki liderlerin otokrasi eğilimi, bir süredir dünyanın saygın yayın organlarında da sıklıkla tartışılıyor. Bunun en son örneklerinden biri The Economist dergisinin 1 Mart tarihli kapağında kendini gösterdi. The Economist, dünyanın yeni ekonomik merkezlerinde otokrasinin demokrasiye attığı golleri “Demokraside aksayan nedir ve nasıl yeniden canlandırılır?” başlığı ile işledi.
Bu konuda dergide yer alan 2 örneği paylaşarak bitirmek istiyorum:
2013 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Çin’de ülke yönetiminden memnuniyet yüzde 83 iken, ABD’de bu oran yüzde 31. Rusya’da ise halkın yüzde 80’i güçlü ekonomiden yana iken, “gelişmiş demokrasi” talebinde bulunanların oranı yüzde 20’de kalıyor.
Birçok ekonomi ve siyaset uzmanı, bu verileri uzun yıllar yoksulluk yaşadıktan sonra zenginleşmeye başlayan toplumların “belli dozda” otokrasiyi kabullendiği ve hatta desteklediği şeklinde yorumluyor.
Keşke Türkiye’de de bu tür araştırmalar yapılsa da yalnızca liderlerin değil, toplumun nereye doğru evrildiğini daha net görebilsek.
@ARAMduran